Güncel

 İtikat Meseleleri

 

 

 

Ebu Hanzala



 

İÇİNDEKİLER

 

MUKADDİME. 7

1.  BÖLÜM: GENEL BAZI MESELELERİN AYDINLATILMASI 11

BİR İNSAN NASIL MÜSLÜMAN OLUR VE NE İLE İSLAMINA HÜKMEDEBİLİR. 11

2.  BU SÖYLEDİĞİMİZ DİĞER İSLAM ALAMETLERİ İÇİNDE GEÇERLİDİR   24

3.  HÜCCET İKAMESİ NE İLE OLUR.. 35

4.  HUCCET ULAŞTIĞI HALDE İLGİSİZ KALANLAR.. 45

5.  ZANNI FASİT İNSANA FAYDA VERİR Mİ?. 48

6.)ÂLİMLER HÜCCET MİDİR?. 51

2.BÖLÜM... 57

RİSALE İÇİNDEKİ YANLIŞLAR.. 57

OKUL MESELESİ 86

A.) ŞİRK AYİNLERİ. 87

B-  TAĞUTLARI SEVME VE ONLARI YÜCELTME VARDIR.. 90

C- MİLLİ BAYRAMLAR VE KÜFÜR HAFTALARI. 93

D- ALLAH’LA, AYETLERİYLE, DİNİYLE DALGA VE İNKÂR.. 95

KÜFRE RIZA KÜFÜR MÜDÜR?. 108

KÜFÜR İÇERİKLİ METİNLERE İMZA (MEMURLUK OLAYI) 124

1.)YAZI; KİŞİ İNKÂR ETMEDİĞİ SÜRECE HÜCCETTİR! 124

2.) KİŞİNİN İÇİNDE OLDUĞU VAKIA’YI BİLMEMESİ AFETTİR. 128

ASKERLİK MESELESİ VE İKRAH.. 138

OY KULLANMAK.. 146

CEHALET MESELESİ 156

1.)KUR’AN VE SÜNNETTE CEHALETİN HÜKME ETKİSİ. 158

2.)CEHALETİ DÜNYA VE AHİRET HÜKMÜNDE GEÇERSİZ KILAN HÜCCETİN BEYANI  160

3.)ÂLİMLER İSLAMİ MESELELERİ İKİ KISMA AYIRMIŞTIR.. 160

4.)İNSANIN KENDİ CEHALETİNE SEBEBİYET VERMESİ. 164

5. ÂLİMLERİN MAZUR GÖRDÜKLERİ. 168

6. HİDAYETİN SEBEBLERİ OLDUĞU GİBİ DELALETİN DE SEBEBLERİ VARDIR   171

CEHALETİN ÖZÜRLÜĞÜ İLE İLGİLİ ŞÜPHELERİN AYDINLATILMASI 173

1. ZATU ENVAT KISSASI. 173

2- ALLAH KİMSEYE GÜCÜNDEN FAZLASINI YÜKLEMEZ.. 179

3- HAVARİLERİN AYETİ. 180

4- CESEDİNİN YAKILMASINI İSTEYEN ADAM KISSASI. 187

5- HUZEYFE (r.a.) HADİSİ. 194

6- AİŞE (r.a) ANNEMİZİN HADİSİ. 196

7- MUAZ (r.a) SECDESİ. 199

CEHALET KONUSUNDA YANLIŞ ANLAŞILAN İLİM ADAMLARI 203

DÖNÜŞ RİSALESİ. 207

MUHAMMED OĞLU LUAİ SAKKA RİSALESİ. 209

DİN NASİHATTİR.. 211

CİHAT VE AKİDE İLİŞKİSİ. 211

 


 

 
 

 

 


MUKADDİME

 

Kitaplar ve Resuller göndermek suretiyle insanları başıboşluktan ve dalaletten kurtaran yüce Allah’a hamd olsun. Salât ve selam bu dini en güzel şekilde fiil ve sözleriyle beyan edip, bizleri gecesi dahi gündüz gibi apaçık bir yol üzere kılan rahmet peygamberine, onun âline, ashabına ve ona ihsan üzere tabi olanlara olsun.

İnsanlar cahiliye ve şirk karanlığında tüm ahlaki değerlerden yoksun, başıboş ve hayvanlar gibi yüzerken, Allah c.c. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak bir peygamber gönderdi. Kısa süre içerisinde samimi ve sebatkâr sahabelerin de çabasıyla Allah nurunu tamamladı ve bu aydınlık din yeryüzünde yayıldı.

Şüphesiz sahabe döneminde Resulullah (s.a.v)’ın hayatta olması onlar için çok büyük bir rahmetti. Müslümanlar arasında çıkan ihtilaflarda o tek merciiydi. İlk ve son söz sahibi o idi. Sürekli vahiy alan resul (s.a.v), Allah’ın emirlerini onlara ulaştırıyor ve bu şekilde sorunlar çözülüyordu.

Nitekim Resulullah (s.a.v)’ın vefatından sonra vahiy kesilmişti. Yani mutlak olarak tasdik edilebilecek canlı bir mercii kalmamıştı. Nitekim bu durum onun terbiyesinde yetişen, kitabı ve sünneti direkt olarak ondan alan sahabe döneminde de bu rahatlık, bazı küçük istisnai sorunlar olmakla beraber yine de devam etti.

Nihayet bir dönem sonra onun terbiyesinde yetişen insanların vefatı, İslam düşmanlarının Müslümanlık kisvesi altında dine soktukları fitneler, sahabe arasında cereyan eden olaylar ümmeti çok farklı bir devreye sokmuştu. Aslında Resulullah (s.a.v) birden fazla hadisinde ayrılık ve tefrikadan ayrıca bunun sebeplerinden haber vermişti. Gelişen olaylar ve ümmetin kaydığı durum, resulun (s.a.v) haber verdiği yönde oldu.

Her gelen nesil bir sonrakinden kötü bir hal aldı. En hayırlı zamanın ehli vefat ettikçe şer de baş göstermeye başladı. Dünya sevgisi, heva ve arzular, şehvetler birde bunun yanına itikadi ihtilaflar eklendikçe durum içinden çıkılmaz bir hal aldı.

Fakat Allah ve Resulü hangi zaman ve mekânda olursa olsun, hidayetin ve mutluluğun Kuran ve sünnete ittiba ve itaatte olduğunu beyan etmişlerdi. Her dönemde azınlık da olsa, bir grup mutlaka bu iki temel esasa sarılıp hak üzere yaşarken, çoğunluk günümüzde olduğu gibi; ya küfre ya da bidatlere saptı.

26 Zilhicce 1429 tarihinde (24 Aralık 2008) elime bir risale geçti. Bu risale belli insanların belli bir fikre karşı kaleme aldığı ve özellikle muayyen tekfir, tekfirin engelleri, kimin tekfire hak sahibi olduğu; askerlik, okul ve memurluk gibi günümüzde çok tartışılan meseleler hususunda, muasır âlimlerin görüşlerini beyan etmekteydi.

Yazarın risalede temel vurgusu: Bir grup gencin, muasır ve mücahit âlimlerin, kitaplarını ve sözlerini yanlış anladığı yönündedir. Nitekim yazar, bu konular üzerinde durmuş, kendince bunu beyan etmiş ve risalede sözü edilen konulara değinmeye çalışmış ve kendi çapınca nakiller aktarmıştır.

Risaleyi baştan sona okudum, önemli yerleri defalarca tekrar tekrar okudum. İlk etapta bu risaleye bir cevap vermeyi düşünmüyordum. Bunun sebebi ise risalenin içindeki konuların çoğunu internet ortamında mevcut sesli derslerde anlatmış olmamdı.

Fakat daha risale elime ulaşmadan birçok kardeşin, bu risaleyi okuyup kendilerine bazı noktalarda ayrıntılı bilgi vermemi talep etmesi, herkesin bilgi istediği noktanın farklı oluşu ve ayrı ayrı yazıldığı zaman çok vakit alacağını düşündüğümden baştan sona ve herkesin faydalanacağı bir cevap yazmayı düşündüm. Rabbimden yardım dileyip, ona sığınarak bu risaleye başladım.

Nihayet bu risalemizde hem benim açımdan (zaman) hem de okuyucu kardeşlerim açısından şöyle bir üslubun uygun olacağını düşündüm. Risale içinde çok defa geçecek olan ve aramızdaki ihtilafın asıl sebebi olarak gördüğüm birkaç noktayı, risale içinde ihtiyaç duyuldukça, göz atmak ve müracaat etmek için; risalenin girişinde ele alarak müstakil bir şekilde yazdım.

Öncelikle ele aldığım husus biraz öncede belirttiğim gibi aramızda ki ihtilafın asıl sebebi olarak gördüğümüz meselelerdir. Daha sonrada yazarın risalesini kısım kısım ele alarak cevap verilmesine gerek gördüğüm yanlışlara dikkat çekeceğim.

Okuyucu kardeşten bu risaleyi okurken bazı ricalarımız ve özürlerimiz olacaktır.

- Red mahiyetinde bu risaleyi okumadan, “Ebu Seleme Eş-Şami” isimli yazarın risalesini okumalarını,

- Risaleyi yazdığımız ortamı ve imkânsızlıkları göz önüne alıp risaleyi okumalarını rica eder (Bu benim için geçerli olduğu gibi, diğer risale ve sahibi içinde geçerlidir. Çünkü her iki risale de cezaevinde kaleme alınmıştır. Özellikle kitap ve ulaşım noktasındaki sıkıntıyı ancak yaşayan bilir.)

- Nakillerde (kaynak belirtirken) normal kitaplarda olanın dışında bir metod görülebilir. Nitekim bunun sebebi de şudur. Çoğu nakil önceden alınmış ders notlarından ibarettir. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, bir kitabın her bir cildi bir hafta arayla elimize geçtiği zamanlar olmuştur. Mesela beşinci ciltten nakiller yapılmış, daha ileriki sayfalarda kitabın birinci cildinden nakil yapılmıştır. Bundan dolayı da özür dilerim.

Her halükarda beşerliğin verdiği acziyet, bulunduğumuz ortamdaki imkânsızlık ve ulaşım sıkıntısı, ilmimizin eksikliği, mutlaka bizi hatalara sevk edecektir. Tüm güzellikler Allah c.c’ den, yanlışlar ise benden ve şeytandandır.

 

 


 

1.       BÖLÜM: GENEL BAZI MESELELERİN AYDINLATILMASI

BİR İNSAN NASIL MÜSLÜMAN OLUR VE NE İLE İSLAMINA HÜKMEDİLEBİLİR.

Bu konuyu Allah c.c. Kuranda şöyle açıklamıştır.

“Haram aylar sona erince müşrikleri nerede bulursanız öldürün. Onları yakalayın. Onları hapsedin. Her gözetleme yerin­de oturup onları gözetin. Eğer tevbe eder, namazı kılar, zekâtı ve­rirlerse yollarını serbest bırakın (öldürmeyin). Muhakkak ki Allah çok affeden ve çok bağışlayandır” (Tevbe 5)

Allah c.c. ayetin girişinde müşrikleri öldürmeyi emretmiştir. Ayetin devamında ise bazı şartlar çerçevesinde bunun durdurulmasını istemiştir. İlk olarak “eğer tövbe ederlerse” ifadesini kullanmıştır. Tüm tefsir kitaplarında burada tevbeden kasıt “şirkten tevbe etmektir” şeklinde açıklanmıştır. Ayrıca âlimler bu ayeti açıklarken sahiheyn[1] başta olmak üzere birçok hadis imamının kitaplarında naklettiği gibi şu hadisi zikretmişlerdir: “Ben insanlar La ilahe illallah diyerek namazı kılıp zekâtı verinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum”

Sözgelimi imam Kurtubi(r.a) bu ayetin tefsirinde; “tevbe şirkten dolayı yapılır ve öldürme onun yok olmasıyla ortadan kalkar” demiştir.

Tefsirci İbni Arabî de(r.a); “bu ayet ve hadis, ikisi de aynı manaya gelir” demiştir. (Kurtubi tefsiri)

Yine aynı surenin 11. ayetinde, Allah “Eğer tevbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse sizin din­de kardeşlerinizdir. Bilen bir kavim için ayetleri böyle uzun uzun açıklıyoruz” buyurmuştur.

Bu iki ayetin tefsiri; Taberi, Kurtubi, İbni Kesir gibi sağlam kaynakların tümünde, bu şekilde açıklanmıştır. Kişinin İslam dinine girmesi, Müslümanlarla kardeş olması ve öldürülmemesi yani malının ve canının koruma altına alınması için, temel şart kişinin şirkten tevbe etmesidir.

Yine şu ayetler konumuza delildir; “Fitne kalmayıp Din sadece Allah'ın oluncaya kadar, onlar­la savaşınız. Eğer onlar (putperestlikten) vaz geçerler ise,   kesinlikle düşmanlık ancak zalimlere karşı yapılır”(Bakara 193) “Artık herhangi bir fitne kalmayıp din tamamen Allah” ın oluncaya dek, onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse kuşkusuz ki Allah, onların ne yaptıklarını görücüdür.” (Enfal 39)

Yukarıda verdiğimiz diğer kaynaklara bakıldığında da görülecektir ki, bu ayetlerde fitnenin son bulması şirkin son bulması demektir.

Dikkat edilirse Allah c.c müşrik’e İslam sıfatı vermek için şirkten tövbeyi şart koştuğu gibi bunun yanında Müslümanların onlarla olan muamelelerinde yine bu noktayı esas almalarını emretmiştir. Nitekim “fitne kalmayıncaya” dek onlarla savaşmanın manası da budur.

Kuşkusuz meselenin asıl noktası ise; şüphesiz Allah Resulü, (s.a.v) hiçbir zaman Kuran’ a muhalefet etmez. Bilakis Resulullah (s.a.v) Kuran’ın hem sözlü ve hem de fiili olarak en güzel açıklayıcısıdır. Zaten onun görevlerinden biride budur. “O peygamberleri apaçık deliller ve kitaplarla gönderdik. İnsanlara kendilerine indirileni beyan etmen için sonra zikri (Kur'an'ı) indirdik. Umulur ki düşünürler.” Biz Kitab'ı   (Kur'an'ı)   sadece, hakkında ihtilafa düş­tükleri şeyi açıklaman için ve iman eden bir topluma hidayet ve rahmet olarak indirdik.“    (Nahl 44 – 64)

Resulullah (s.a.v) bu manayı ifade etmek için şöyle demiştir “Ben insanlar La ilahe illallah diyene, namazı kılıp zekâtı verinceye kadar onlarla savaşmakla emir olundum. Eğer bunu yaparlarsa canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar.”

Şimdi şu soruyu sormak istiyoruz. Acaba Allah c.c. can ve mal emniyeti için şirkten tövbeyi şart koşarken, Resulullah (s.a.v) farklı bir şart mı belirlemiştir? Asla. Kuşkusuz o dönemde bir insanın düşmüş olduğu şirklerden teberri ettiğini ve onlardan pişmanlık duyduğunu kelime-i tevhid ifade ettiği için Resulullah (s.a.v) böyle buyurmuştur.

Ayrıca o dönemde bütün müşrikler bu kelimenin ne manaya geldiğini çok iyi biliyorlar ve bu kelimeyi söylemekle neleri ellerinin tersiyle ittiklerini, reddettiklerini ve kabul etmediklerinin çok iyi bilincindeydiler. Bundan dolayı da şirkten teberinin ve İslam’a girişin sembolü ise; “Kelime-i Tevhid” idi. Nitekim Allah c.c. “yoksa ilahları, tek bir ilah mı yaptı? Şüphesiz bu şaşılacak bir şeydir”(Sad 5)buyurmaktadır.

Şimdi şöyle bir şey düşünün. Müşrikler hem lat, menat putlarını bırakmayacak hem de Kelime-i Tevhidi söyleyecek olsalardı, acaba canlarını ve mallarını Allah Resulün’ den kurtarmış olurlar mıydı? Bu büyük bir tezat değil midir? Kimsenin böyle bir soruya evet diyeceğini zannetmiyorum. Öyleyse Kelime-i Tevhid; şirki terk etmenin sembolü olduğu müddetçe, bir insana İslam hükmü verir.

Nasıl ki Mekkeliler veya o gün yaşayanlar putlarına ibadet etmekle beraber bu sözü söyleseler onlara bir şey sağlamayacaktı ve fayda vermeyecekti işte bugünde durum aynen böyledir. Kişi bugünün var olan şirklerine açıktan düşüyor ve bir yandan da bu kelimeyi söylüyorsa, bu kelime ona ne hükmi İslam anlamında ne de hakiki İslam anlamında bir fayda sağlamayacaktır. Zira bunun sebebi de bu kelimenin şirkten tövbe özelliğini yitirmiş olmasıdır.

İslam âlimleri bu noktaya eski zamanlarda dikkat çekmişler ve üzerinde hassasiyetle durmuşlardır. Kelime-i Tevhid’ in her toplumda, sahibine İslam hükmü vermeyeceğini ancak şirkten tövbeye delalet ettiği veya sahih İslam’a delalet ettiği toplumlarda sahibini Müslüman kılacağını belirtmişlerdir. Burada bununla ilgili nakiller yapmamız faydalı olacaktır.

1.       Yukarda delil olarak kaydettiğimiz Tevbe 5. ve 11. ayetlerde müfessirlerin geneli “insanlar Kelime-i Tevhid’i söyleyip… savaşmakla emrolundum” hadisini, ayetin tefsiri olarak zikretmişlerdir. Bazıları açık şekilde hadisin ayetle aynı manaya delalet ettiğini ifade etmişlerdir.

2.       İmam Buhari sahihinde, iman kitabı 17. Bab’ ı Tevbe suresi beşinci ayetle açmış ve hemen peşine İbni Ömer (r.a.)’ den rivayet olunan mezkur hadisi (25 nolu hadis) zikretmiştir. Fethu’l Bari’de İbni Hacer: zikredilen hadisi, ayete tefsir saymıştır. Çünkü ayetteki “tevbeden” murad küfürden tevhide dönmesidir. Bunu da hadisteki “insanlar Kelime-i tevhid’ i söyleyinceye kadar… savaşmakla emrolundum” kısmı açıklamıştır.

3.       İmam Buhari bu hadisi istitabetü’l mürteddin-mürtedlerin tövbe ettirilmesi- kitabı, üçüncü bab 6924 nolu rivayette şöyle ele alır. Resulullah (s.a.v.) vefat edip, Ebu Bekir (r.a.) halife olunca, Araplardan kâfir olanlar çıkınca Ömer (r.a.), Ebu Bekir’ den, Resulullah (s.a.v.) “Ben insanlar La ilahe illallah diyene, kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Kimde onu söylerse malını ve kanını korumuş olur. İslam’ın hakkı müstesna, hesapları da Allah c.c’e aittir” dediği halde mi savaşacaksın, dediğini nakleder.

Resulullah (s.a.v.) vefat edince farklı gruplar ortaya çıkmış ve bunlara riddet taifesi denmiştir. Bunlardan bir grupta zekâtı Ebu Bekir’e (r.a.) vermek istemeyenlerdir. Hz. Ebu Bekir onlarla savaşmak isteyince, Ömer (r.a.) ile aralarında bu münazara geçmiştir. Kıssa ile ilgili geniş bilgi isteyenler konu ile ilgili rivayetleri inceleyebilir. Hafız ibni Hacer hadisin açıklamasında “…bu hadisten anlaşılan bir diğer hüküm ise; La İlahe İllallah diyen insanın öldürülmemesidir velev fazlasını yapmasa da. Fakat mücerred bu kelimeyi söylemekle Müslüman olunur mu ? Racih olan görüş Müslüman olunamayacağıdır. Bilakis öldürülmekten vazgeçilir ve sonra imtihan edilir, şayet risaleti kabul edip, İslam ahkâmını iltizam ederse bunun İslamına hükmedilir. Hadisteki “İslamın hakkı müstesna” kısmıyla da buna işaret edilmiştir.

İmam Beğavi: kâfir şayet putperest ise ve tevhidi ikrâr etmiyorsa La İlahe İllallah demesiyle İslam’ına hüküm olunur, sonrada İslamın tüm ahkâmını kabul edip, İslama muhalif tüm dinlerden beri olmaya zorlanır. Eğer tevhidi ikrar edip risaleti inkâr ediyorsa La İlahe İllallah sözüyle İslam’ına hüküm olmaz, yani Müslüman olmaz.  Ta ki Muhammedun Resulullah deyinceye kadar. Eğer Muhammedin risaletinin “Araplara has” olduğuna inanıyorsa, İslamına hüküm olunması için “tüm insanlığa” demesi gerekir. Eğer bir vacibi inkâr etmiş veya haramı mübah saymışsa o itikadından dönmesi gerekir (İslam’ına hüküm edilmesi için)

Allah sana rahmet etsin kardeşim. İmam Beğavinin şu getirdiği tafsilata bak, işte bu fıkıhtır. Risalenin yazarının tabiriyle iki günlük civcivler anlamaz. La İlahe İllallah’ı söylemeyi mutlak olarak kişiye İslam hükmü vermede yeterli görmemiş, bilakis kişilerin durumuna göre tafsilata gitmiştir. İçinde bulunduğu şirkten sıyrılmaya alamet olmayan Kelime-i Tevhid’i İslam hükmü için yeterli saymamıştır.

4.  İmam Buhari (r.h.) bu hadisi cihat kitabı 102. Bab 2948 nolu rivayette Ebu Hureyreden (r.a) nakletmiştir. Bu rivayetin şerhinde İbni Hacer “…Bu hadis bazen farklı ziyadelerle varid olmuştur. Ebu Hureyre rivayetinde “La İlahe İllallah” ile yetinilmiştir.” der.

İmam Müslim’in Ebu Hureyre den başka vecihle rivayet ettiği bir lafızda “ta ki Allah’ tan başka ilah olmayıp Muhammed’ in Allah’ ın elçisi olduğuna şehadet edinceye kadar savaşmakla emrolundum” şeklinde gelmiş, kıble babında geçen Enes (r.a.) hadisinde “kim namazımızı kılar, kıblemize yönelir, kestiğimizi yerse” ziyadesiyle gelmiştir. Taberi ve başkaları şöyle demiştir. Birinciyi; (“La İlahe İllallah”)  sadece Kelime-i Tevhid’i ikrar etmeyen putperestlerle savaşırken söylemiştir. İkinciyi; (“La İlahe İllallah, Muhammed-ün Rasulullah”) tevhidi ikrar edip, nübüvveti inkâr edenlere söylemiştir. Üçüncüde; (“kim namazımızı kılar, kıblemize yönelir”) ise şuna işaret vardır. İslam’a girip de; itaat etmeyenlerle ve amel etmeyenlerle, ta ki boyun eğinceye kadar savaşılır.

Burada da dikkat edersen kardeşim! İmam Taberi ve başka âlimler, kişilerin durumuna göre İslamlarına hükmedilecek şeyin değişeceğine dikkat çekmiştir. Yine bu ifadelere benzer açıklamalar için 392 nolu hadisin şerhine bakılabilir (Fethu’l-Bari)

5.  İmam Muhammed siyer-ül kebirde “bir kişi nasıl Müslüman olur” başlığında bir konu açmıştır. Burada İmam Serahsinin(r.a) açıklamalarıyla beraber bazı alıntıları özetleyerek sunuyorum..[2]

İmam Muhammed: “Bir kâfir; üzerinde bulunduğu şeyin hilafına bir şeyi açığa vurursa, onun İslam’ına hükmedilir. Bu konunun temel delili ise “insanlar La İlahe İllallah deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum” hadisidir. Resulullah (s.a.v.) bunu söylemeyen putperestlerle savaştı. Ayrıca Medine de yahudileri İslama davet ettiğinde ise “peygamberliğinin kabulünü” imanlarına alamet saymıştır. İmam Serehsi şerhinde “çünkü yahudiler onun peygamberliğini kabul etmiyorlardı. Nihayet onlar bunu ikrar edince, imanlarına alamet saymıştır.” der.

İmam Muhammed : “bir Müslüman, bir müşriki öldürmek istediği zaman (ona saldırınca) müşrik: Allah’ tan başka ilah olmadığına şahitlik ederse, şayet o müşrik bunu söylemeyen (kabul etmeyen) bir toplulukta ise Müslüman onu öldürmekten vazgeçmelidir.

İmam Muhammed : “bugün Müslümanlar arasında yaşayan Yahudi ve Hıristiyanlardan biri Allah c.c.’ tan başka ilah olmadığına ve Muhammed (s.a.v.)’ in onun elçisi olduğuna şahitlik edecek olsa Müslüman olmaz”

Yani bir Yahudi ve Hıristiyan’ın; ben Allahın varlığını ve birliğini ayrıca Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğunu kabul ediyorum demesi; ama bunun yanında da İsa(a.s) veya Üzeyri Allah’ın oğlu olarak kabul etmesi kendisine hiçbir fayda sağlamaz ve bu onun Müslüman olması için yeterli değildir. Aynı günümüzde de bir kişi şehadet getirse ve bunun yanında bir şirk fiili işliyor olsa, bu kişiyi de bu söylediği kelime Müslüman yapmaz ve kendisine fayda vermez.

İmam Serahsi bu cümlenin açıklamasında; “çünkü herkes bilir ki aramızda yaşayan her Yahudi ve Hıristiyan bunu söylemektedir. Kendisinden bu şehadetle ilgili açıklanma istediğinde ise “Muhammed (s.a.v.) size gönderilmiştir, bize değil derler” …O halde onlardan birinden bu sözü işitirsek (kelime-i şehadet) bu söze ilave olarak kendi dininden teberi ettiğini işitmemiz gerekir. Kendi inancına muhalif bu sözü (dininden biri olmayı) eklerse, ancak İslam’ına hükmederiz.

Daha sonra Serahsi hocası olan Abdulaziz el-Helevaniden: “Bizim burada, Mecusiler dışında herkes Müslüman olduğunu söylüyor. Bu nedenle ancak Mecusilerden biri ben Müslüman’ım derse onun İslam’ına hükmedilir. Nitekim onlar kendileri için bu vasfı kabul etmezler. Zira onlar çocuklarına kızdıklarında “be hey Müslüman” derler” dediğini aktarır.

Evet, kardeşim: Dikkat edersen İslam uleması mücerret “kelime-i şehadet” insanlara, Müslüman vasfı vermede yeterli saymamışlardır. Çünkü konu girişinde beyan ettiğimiz gibi bu kelime içerdiği harflerin söylenmesiyle İslam’a alamet değil, şirkten tevbe etmeye sembol oluşuyla İslam’a alamettir. Nitekim şirkten tevbe, şirki terke etme alameti olmadığı yerlerde kişinin İslam’ına hüküm olunmasına yetmez.[3]

İmam Müslim; sahihinin iman bölümünde bu hadisi (insanlarla savaşmakla emrolundum) rivayet eder. İmam Nevevi şerhinde: “hattabi dedi ki: Malumdur ki burada kastedilen ehli kitap değil putperestlerdir. Çünkü ehli kitap zaten La İlahe İllallah diyor. Buna rağmen onlarla savaşılır ve kılıç kafalarından kalkmaz

İmam Nevevi devamla şöyle der “Kadı İyaz bunu zikretti -hattabinin sözünü- ayrıca üstüne şunları ekledi ve meseleyi açıklığa kavuşturdu. Dedi ki (Kadı İyaz): “Can ve malın korunma altına alınmasının “La İlahe İllallah’ a” has olması, bu imanı kabul etmenin bir göstergesidir. Bundan kasıt Arap müşrikler ve tevhid ehli olmayan putperestlerdir. Çünkü onlar ilk olarak İslama çağırılıp, bunun üzerine kendileriyle savaşılanlardır. Ama onların dışındakilerden, tevhidi ikrar edenlere gelince, mallarının ve canlarının korunmasında “La İlahe İllallah” yeterli değildir. Zira onlar küfür halinde de bu sözü söylemektedirler ve ayrıca bu onların itikadındandır. Bundan dolayı başka bir hadiste “ve benim Resul olduğuma şehadet edip, namazı kılıp, zekâtı verinceye dek” denmiştir.

İmam Nevevi: Bu kadı İyaz’ ın sözüdür. Bende derim ki: “Hadiste geldiği gibi bununla beraber tüm resulun getirdiğine imanda olmalıdır…” (1/240)

Evet, kardeşim, bu üç büyük imamın hadis anlayışlarına bir bak; bir kimsenin küfür halinde “la ilahe illallah” demesi, İslam hükmü için yeterli değildir. İslam dininin ilk başlarında islama girmek için bu kelimenin yeterli olmasının sebebi; bu kelimeyi -kelime-i tevhid- söylemeleri bu kelime üzerinde oldukları itikadın değiştiğine dair bir sembol ve alametti... Yani bu kelime putperestliğin terkine semboldü… Nitekim ehli kitap şirkle beraber bu kelimeyi söylediğinden dolayı onların İslam’ına hükmedilmezdi...

İmam Müslim (r.a.) bu hadisi zikrettiği konudan sonra şu hadise yer vermiştir. “Kim La İlahe İllallah der ve Allahtan başka ibadet edilenleri inkâr ederse, kanı malı haram olur” Bu imamın fıkhından ve derin anlayışındandır. Çünkü sadece kelime-i tevhid her yer ve zamanda İslam hükmü için yeterli değildir.

Evet, kardeşim bunlarla birlikte sayılabilecek birçok delil vardır. Fakat bunların geneli; İslam hükmü vermeden ziyade, hakiki İslamla alakalı olduğundan dolayı bunları zikretmeye gerek duymuyoruz. (İlim ehlinin kelime-i tevhid için söylediği şartlar gibi.) Yalnız bunlardan biri vardır ki yine mal ve can emniyeti yani dünyada insana İslam hükmü verme hususunda söylendiği için zikredelim. İmam Müslim sahihinde şu hadisi kaydeder: “Kim La İlahe İllallah der ve Allah’ın dışında ibadet edilenleri inkâr ederse malını ve canını korumuş olur. Hesabı ise Allah’a aittir.”[4]

Aynı konuda “Kim Allah’ı birler ve Allah’ın dışında ibadet edilenleri inkâr ederse …” hadisin benzerini zikreder.

Dikkat edilirse bu hadiste mal ve can emniyeti kelime-i tevhid’ le birlikte onun içindeki en belirgin mana olan aynı anda vurgulanan “Allah dışında ibadet edilenleri inkâr”a bağlanmıştır. Ancak bu niyet ve kasıt üzere söylenirse kişiye dünya ve ahrette fayda sağlayabilir. Şüphesiz bir konunun anlaşılması, bu konu hakkında gelen bütün delillerin bir araya getirilerek değerlendirilmesi sonucu sağlıklı anlaşılabilir ve böylelikle açıklık kazanabilir. Bir konuda bir delile veya sadece bazı âlimlerin açıklamasına göz önünde bulundurmak ise olayın anlaşılmamasına veya yanlış anlaşılmasına sebep olur.

Şimdi konunun başından beri ispat etmek istediğimiz aslı ve meselenin mihenk taşı olan hususu tekrar ediyoruz ve diyoruz ki; İnsan ancak İslam’a muhalif olan şirkten teberri[5] etmekle İslam dinine girer. Yüce Allah İslam hükmü için kitabında bunu şart koşmuştur (Tevbe 5 / 11) Rasulullah (s.a.v.) ‘ın “İnsanlar kelime-i tevhid’ i söyleyinceye dek onlarla savaşmakla emrolundum…” mealindeki hadisi de bu anlamın sembolü ve alametidir. İslam âlimlerinden yapmış olduğumuz nakillerden de anlaşıldığı üzere; kelime-i tevhid, şirkten ve İslam’a aykırı itikatlardan teberriyi ifade ettiği yerlerde insana İslam hükmü kazandırır. Şirk halinde olan insanların da; Ancak üzerinde bulundukları şirkten teberri ederlerse veya işlemekte oldukları şirki terk ettiklerini bir şekilde izhar ederlerse işte o vakit İslamlarına hüküm olunur. Yani kendilerine Müslüman denilir.

Şimdi kardeşim 70 milyon nüfusu olan bir toplumu ele alalım ve düşünelim.

- Bunların 40 milyonu hâkimiyet hakkını Allah c.c’ tan başkasına veriyor. Demokrasi dininin en temel ilkesi olan seçimlere katılıyor ve bunu yaparken de, “La İlahe İllallah’ ı ağzından düşürmüyor. Hatta bazısı elinde tespih günlük virdi olan La İlahe İllallah’ı çeke çeke oy kullanmaya gidiyor.

- Bunların içinde sayılmayacak kadar azı müstesna hepsi askerlik görevini yapıyor. Ne risale sahibinin dediği gibi; ikrah ve nede başka bir teville bunu yapıyorlar… Yani bu kişilerin tekfirine engel teşkil edecek hiçbir şey yok. Bilakis bu görevi vatani bir görev olarak ifa ediyorlar. Aynı zamanda ta ilkokuldan başlamak üzere askerin neden var olduğunu bilerek bu görevi yapıyor. Bunu yaparken de La İlahe İllallah diyor.

- Bunların birçoğu putların önünde duruyor, müşriklerin, büyüklerini ta’zim etmek için yaptıkları bayramlara katılıyor. La İlahe İllallah da birçoğunun sürekli ağzındadır.

- Yine düşün, bu toplumun bazı bölgelerinde marifet gibi Allah’ a sövülüyor ve Allah ile, din ile dalga geçiliyor, dine hakaret ediliyor. Yine bunu La İlahe İllallah diyen densizler yapıyor.

- Bunların çoğu kabirperest olduğu gibi, olmayanlarda kabir şirkini yanlış gördüğünden değil, o seviyeye kendilerini layık görmediklerinden dolayıdır. Bunlar da Allah’ tan başkasına dua ederken, taşlardan fayda ve zarar beklerken günlük bin defalık virdi de La İlahe İllallah’ tır.

- Bu toplum televizyon koliktir. İzlediklerinde hemen her gün (istisnasız) Allah’ ın dini, dinin şiarları ile dalga geçiliyor onlarda katıla katıla gülüyorlar. Aynı zamanda La İlahe İllallah diyorlar. Hatta hocalara son zamanlarda sorulan yaygın sorulardan biri “tespih çekerken televizyon izlenir mi ?” sorusudur.

- Toplumun günlük şakalarının, fıkralarının ve alaylarının yarısından fazlası din ve dindarlar üzerindedir. Ama bu şakaları yapanların hepside La İlahe İllallah’ ı söylüyor.

Şimdi kardeşim böyle bir toplum “La İlahe İllallah” dediği için onları Müslüman sayacak ve bu kelimeyi de şirkten teberri ettiklerine dair delil olarak mı alacağız!? Sonrada bunlarda asıl İslam’dır... vesaire mi diyeceğiz? Rabbim basiretimizi köreltmesin.  Allahümme âmin.

Şunu da burada hatırlatmak isterim. Risaleyi kaleme alan yazarın düşüncesinde kim varsa her konuşmamızda şu soruyu sordum. Sen 20 yıl, kimi 30 yıl bu toplumda yaşıyorsun, kelime-i tevhid’i salt söylemesine güvenerek İslam hükmü uyguladığın kaç insanın şirkten uzak bir muvahhid olduğunu gördün? Bu soruyu hemen hemen hepsine sordum. Kimi yeni tevhitle tanışmış ve kimi de çok eski. Allah şahittir ki birinden dahi; “ben bu kişiye kelime-i tevhid’ine güvenerek İslam hükmü verdim ve gördümki gerçekten bir muvahhitmiş” dediğine ben rast gelmedim. Bir kişiden bile böyle bir cevap alamadım. Soru sorduğum kişilerin hepsinden olumsuz cevap aldım. Kimi yanlışını anlayıp döndü, kimi ise fikrinde ısrar etti. Öyleyse bu soruyu bu satırları okuyan herkese soruyorum !... Böyle bir şeyle karşılaşanınız oldu mu? Kardeşler şunu ifade edeyim ki, olumlu cevap emin olun parmak sayısını geçmeyecektir.

Nasların ışığında, bizzat müşahede ederek görüyoruz ki, bu insanlar kelime-i tevhid’ i söylemesine rağmen hangisiyle konuşursanız şirk ve küfür itikadı üzeredir. Hatta daha da ötesi, bizimle yakalanan arkadaşların da şehadetiyle, kendisine kâfir denilince en çok kızan sistemin belkemiği TEM polisleridir. Buna rağmen, yakini bir şey olmasına rağmen kelime-i tevhid’ i bunların İslamına alamet saymak fıkıhsızlık değildir de nedir?

Bu toplumun kahır ekseriyetle yaşadığı sorun, bu kelimenin inkârı veya ilahın inkârı değildir ki, bu kelimeyi onlara İslam hükmü vermede esas sayalım. Bu toplumun küfrü bu kelimeyle beraber yukarda da zikrettiğimiz Allah’ın kitabında açıklamak süretiyle beyan ettiği apaçık küfürlerdir. Bunun yanında bu düşünce de olan bizlerin amacı her önümüze gelene aynıyla kâfir demek değildir. Günlük insani muamelelerimizin dini boyutunda ihtiyatlı davranmaktır. Aklı başında hiçbir Müslüman da bu görüşü vesile yapıp, elimize mühür alıp yoldan geçeni tekfir edelim demez. Nasıl ki yazarın geniş tuttuğu tekfir engellerini alıp, tağutları tekfir etmeyen onlardan ictinap etmeyenler çıksa yazar bunlardan mesul olmaz. Aynı şekilde bizim anlattığımız konuyla, tekfirle oyun oynayan insanlardan da biz mesul değiliz.

2.       BU SÖYLEDİĞİMİZ[6] DİĞER İSLAM ALAMETLERİ İÇİNDE GEÇERLİDİR

İki risalede de bu konuda bazı alıntılar yapılmıştır. Meselenin özeti şudur: İslam alameti olan; kelime-i tevhid, namaz vb. alametler, bunun hilafına (küfür ameli) bir şey izhar edilmediği müddetçe kişiye İslam vasfı kazandırır.

Önceki başlıkta ifade ettiğimizi burada da söylüyoruz. Bir şeyin İslam alameti olması, sahibine İslam hükmü verdirebilmesi için, onun İslam ümmetine has ve Müslümanları diğer milletlerden ayıran belirgin bir şey olması lazımdır.

Resulullah (s.a.v) döneminde Müslümanların kıldığı şekliyle namaz sadece onlara has olduğundan Allah Resulu namazı İslam alameti saymıştır. “kim bizim namazımızı kılar, kıblemize yönelir, kestiğimizi yerse o Müslüman’dır…” manasında başta sahiheyn[7] olmak üzere birçok kaynakta hadisler vardır.

Yalnız muasır ilim adamları bu alametleri müctehid imamların anladığı gibi anlayamamışlar ve sonraki zamanlarda bunlar alamet sayılmamıştır. Çünkü Resul döneminde bilinen şekliyle namaz sadece Müslümanlara ait olduğundan Resulullah (s.a.v) onu alamet saymıştı. Daha ileriki zaman içerisinde namaz bu vasfını yitirip, hem Müslüman hem de başkaları tarafından kılınmaya başlayınca, yani Müslümanları diğer milletlerden ayırma özelliğini yitirince âlimler kelime-i tevhid de olduğu gibi namazda da tafsilata gitmişlerdir. Bununla ilgili olarak nakillere geçmeden önce şu noktaya dikkat çekmek inşallah faydalı olacaktır. Resulullah (s.a.v) döneminde hac, zekât vb. ameller İslamın temellerinden olmasına rağmen alametlerinden sayılmamıştır. Bunun aksine kelime-i tevhid ve namaz İslam alameti olarak sayılmıştır. Bunun sebebi şudur: O dönemde kelime-i tevhid ve namaz sadece Müslümanlara has olup, onları diğer dinlere mensup olanlardan ayırıyordu. Hac, zekât, sadaka gibi ameller ise hem müşrikler hem de Müslümanlar tarafından icra edildiğinden İslam alameti sayılmamıştır. Zaten alametin manası da budur. Yani bir şeyi başkalarından temyiz eden ayırandır. Öyleyse İslam alameti olup sahibine İslam hükmü verecek amel sadece Müslümanlara ait olmalıdır. Bugün namaz hem Müslümanlar hem de müşrikler tarafından icra edildiği için alametlik vasfını yitirmiştir. İslam ümmetin birçok alimleri de bunu böyle anlamıştır.

İmam Nevevi Mecmu’ da 4/221 (Sıfatu’l eimme) şöyle der: “Daha öncede zikrettik ki bizim mezhebimizde meşhur olan mücerred namazla bir kimsenin İslam’ına hükmolunmaz ve nitekim bu Evzainin, İmam Malikin, Ebu Sevrin ve Davudun mezhebidir. Ebu Hanife ise; eğer mescidde namaz kılarsa ister cemaatle kılsın ister kendi başına ya da mescit dışında ama cemaatle namaz kılarsa islamına hükmolunur… İmam Ahmet ise ister cemaatle kılsın ister münferid İslam’ına hükmedilir.” Sonrada delilleri zikreder.

Dikkat edersen kardeşim cumhur mücerred namazı İslam hükmü için yeterli saymamıştır. Mücerred namazı yeterli gören sadece imam Ahmet’tir. Oda yukarda geçen hadisten delil almıştır.(Kim bizim namazımızı kılar…)

İmam Kurtubi; Nisa suresi 94. ayetin tefsirinde şöyle demektedir: “7. Mesele: Eğer namaz kılar veya İslam dinine ait olan bir fiili yaparsa, âlimlerimiz ihtilaf etti. Tefsirci İbni Arabî dedi ki: Biz onun bu namazla Müslüman olmayacağını düşünürüz. Nitekim namaz kılan kimseye; bu namazdan kastın nedir? Diye sorarız. Eğer derse ki; bu kıldığım Müslüman namazıdır! Denir ki öyleyse kelime-i tevhidi söyle, eğer söylerse doğru olduğu açığa çıkar, şayet söylemezse biliriz ki oyun oynuyordur…” Bizler buna muhalif âlimlerin olduğunu biliyoruz. Anlamadığımız şey keseden uydurma icmalarla muhaliflerini cehalet, aşırılık ve taassupla suçlayanlardır. İnsan cahil oldu mu dünyaya kendi penceresinden bakar. Bir konuda tahkik[8] ehli olmayan bunun yanında sayılı birkaç muasır âlimin kitabını okuyup, dünyada başka görüş yok zanneden, bununla beraber muhaliflerini her ortam da her yazıda taassupla suçlayanları ise Allah’ a havale ediyoruz...

Evet, böyle bir dönemde İslam alameti olur.[9] Âlimler de onu yapanın İslam’ına hükmedileceğini bildirirler. Fakat zamanın değişmesi ve fiilin alametlikten çıkıp müşriklerle Müslümanlar arasında ortak olması halinde artık onunla İslam’a hükmedilmez.

Bu konu üzerinde görüş bildiren muasır[10] âlimler çelişki içerisindedirler. Burada yeri gelmişken şunu da ifade etmek isteriz; biz onları severiz, sözleri bizim için kıymetli ve değerlidir. İlim talep ettiğimiz ilk dönemlerde –Allah’ın lûtfuyla- rabbimiz bizlere bu âlimlerin kitaplarını, birçok şeyleri görmemize ve anlamamıza vesile kılmıştır. Ama asla yanlışlarında ve çelişkilerinde onlara tabi olmayız. Risalenin[11] yazarının bizlere yaptığı gibi en çirkin vasıfları aklımızdan dahi geçirmeyiz. Çünkü biliriz ki bizler; her ihtilaf[12] zıtlığı gerektirmez. Özellikle bize muhalif olan kimse sözlerinde ve amellerinde şirkten kaçınmış bir muvahhidse…

Bu konuda El-Cami’i kitabında Şeyh Abdulkadir bin Abdulaziz (2/625-630) bizim gibi düşünen kardeşleri eleştirdikten sonra şöyle der; 

 

 

“Bir kimseye İslam hükmü vermemizi gerektiren alametler:

Bu alametler öyle alametlerdir ki bir şahıstan sadır[13] olduğunda İslam’ına hükmedilir. Yalnız bu alametlerin İslam hasletlerinden olması gerekir. Öyle ki başka milletlerden kimse o fiillerde Müslümanlara iştirak etmemelidir. Sadaka, anne babaya iyilik, zorda olana yardım bunlar hep İslam şubelerindendir. Fakat Müslümanlara has fiiller değildir, kâfirlerde yapar, Müslümanlarda yapar. (Bu sebepten dolayı şeyh; bu fiilleri hükmü İslam için alamet saymaz…)

İslam alametini böyle tarif ettikten sonra; bir kimsenin şahadet kelimesini söylemesi, ben Müslüman’ım demesi, mücerret olarak namaz kılması gibi şeyleri örnek olarak verir ve konu içinde geçen delilleri sayar.

Şimdi diyoruz ki Allah şeyhimizi korusun, onu sabit kılsın alameti tarif etmesi doğrudur. Fakat verdiği örnekler bu zaman için doğru değildir. Evet, namaz, kelime-i şehadet’ in söylenmesi, Resulullah(s.a.v) zamanında Müslümanları diğer milletlerden ayırıp onlara has fiiller olduğundan dolayı Resulullah(s.a.v) bunu İslam alameti olarak saymıştır. Fakat bu fiiller bugün şeyhinde örnekte belirttiği gibi hem Müslüman hem kâfirin yaptığı, sadece Müslümanlara has olmayan fiiller haline gelmiştir. Nasıl ki o dönemde sadaka, anne babaya iyilik, şirk ve İslam ehlinin ortak fiili olduğunda –şeyhinde ifadesiyle- İslam alameti olmamıştır ve sayılmamıştır işte bugünde hem tevhid ehlinin hem de şirk ehlinin söylediği kelime-i tevhid ve namaz İslam alameti olamaz. Çünkü şirke ve küfre girdiği ortada olan ve hiçbir şekilde İslama girmemiş ve kendini Müslüman zanneden herkes namaz kılıyor ve kelime-i şehadet getiriyor. Bunun gibi bir durum risale selasiniyyede de (30 risale diye Türkçeye çevrilmiştir) Şeyh Ebu Muhammed El-Makdisi –Allah onu korusun- geçerlidir. 3.hata beyanında (121-122): “İslam hasletleri Müslümanlara has olan ve sair milletlerde olmayan şeylerdir” diye tarif eder… “Sadaka, bazı hayır amelleri, güzel ahlak… Bunlar tek başına İslama hükmetmeye yeterli değildir. Her ne kadar İslam olduğuna işaret eden ve gösteren fakat araştırma gerektiren şeyler olsa da” Daha sonra Şeyh İslam alametine (günümüz için): Kelime-i şehadet’ i söylemeyi; ben müslümanım demeyi, namazı, delilleriyle zikreder. Şeyh bu alametlerin görüldüğü insanlara Müslüman muamelesi yapmayanları da hatalı olduklarını uzunca anlatır.

Yukarda söylediğimiz şeyi burada da söylüyoruz. Şeyh’ in yaptığı tanım ve getirdiği örnekler tamamen; namaz ve kelime-i şehadeti söyleyen kimsenin yaşadığı dönemde bunların İslam alameti ve Müslümanlara has olan ameller olduğu dönemler için geçerlidir. Nitekim günümüzde bu zikredilenler sadece Müslümanlara has olup onları diğer milletlerden ayıran alametler değildir.

Hanbelîler, namazı mutlak olarak İslam alameti sayarlar dedik. Fakat Hanbelîlerin namazın İslam alameti oluşuna dair zikrettikleri sebep ve suret günümüze yine uymamaktadır.

İbni Kudame (r.a) El-muğni kitabu’l mürted de: “Kâfir namaz kıldığında İslam’ına hükmedilir, ister darul-harp te olsun, ister darul-İslam da olsun.” der ve sözlerine şöyle devam eder;Çünkü namaz Müslümanlara has olup kâfirlerin fiillerinden temeyyüz eden fiillerdendir. İslam’ına hükmedilmesi için kâfirlerin namazında farklı olarak içinde kıbleye yönelme, rükû, secde olan namaz kılması gerekir.” [14]

Dikkat edilirse İbni Kudame kâfirlerde olmayıp sadece Müslümanlarda olan namazı İslam hükmü için alamet saymıştır. Kâfirlerde olduğu takdirde mutlaka onlarınkinden farklı özelliğe sahip bir namaz olması gerektiğine dikkat çekmiştir.

Yine Hanbelîler namazın İslam alameti olmasını içinde kelime-i şehadet’i barındırmasına bağlamışlardır. İlk konuda ispat ettiğimiz gibi, bu toplumun kelime-i şehadeti sahih değildir ki, şirkten teberriye ve İslama girişe alamet olma vasfı yoktur ki, kelime-i şehadetin içinde geçtiği namaz alamet olsun.

İslam alametini, tanımını anladıktan sonra şunu deriz; bir zamanda İslam alameti olan bir şey, başka bir zamanda İslam alameti olma niteliğini yitirdiğinde, İslam alameti olmayabilir. Allah c.c. İslam alameti olmayan oruç, hac, sadaka vb. amellerden daha basit olan, mertebe olarak daha düşük olan selamı İslam alameti saymıştır. Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa gittiğiniz zaman mümini kâfirden ayırdedinceye kadar araştırma yapınız. Sakın ha, si­ze selâm verene, dünya hayatının gelip geçici metaına göz dikerek “sen mümin değilsin” demeyiniz. Zira Allah katında birçok ganimetler var­dır. Siz de daha önce öyleydiniz. Allah size nimet (ihsan) etti. Öyleyse iyice araştırınız. Ve hakikati bulunuz. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınız­dan haberdardır.”(Nisa 94)

Bu ayetin nüzul sebebi olarak birden fazla olay rivayet edilmiştir.

İmam Buhari: İbni Abbastan şöyle nakleder; Bir Adam hayvan sürüsü ile gelirken sahabeden birilerine rastladı. Adam onlara “Es-selamun aleykum” dedi, sahabeler buna rağmen adamı öldürdüler ve adamın sürüsünü ganimet olarak aldılar. Bu olayın sonrasında bu ayet indi. [15]

Ayetin meşhur olan nüzul sebebi bu olmakla beraber, bazı rivayetlerde ise şöyle geçer;

-    Savaşta malı olan bir adam “La İlahe İllallah” dediği halde sahabe onu öldürmüş ve ayet inmiştir.

-    Bazı rivayetlerde ise Üsame bin Zeydin meşhur kıssası[16] üzerine indiği zikredilmiştir.

-    Bu olay cahiliye de aralarında düşmanlık bulunan iki kişi arasında cereyan etmiştir. İki kişiden biri selam verdiği halde, diğeri aralarında ki eski düşmanlıktan dolayı diğer kimseyi saldırıp öldürmüştür. Bunun üzerine ayet inmiştir.

İmam Kurtubi tefsirinde; olabilir ki bu vakıalar yakın zamanda cereyan etmiş, ayet hepsi için inmiştir, değerlendirmesini yapar. (3/226)

Fethu’l Bari’de, İbni Hacer (4591 nolu hadisin şerhinde): “Farklı rivayetleri zikrettikten sonra, ayetin farklı iki olay hakkında inmesine mani (engel) yoktur.”der.

Yalnız İmam Buhari’ nin İbni Abbastan naklettiği rivayet ayetin zahirine de uygundur. Çünkü cahiliye de insanların selamlaşma şekli farklıydı. Müslümanların selamı ise sadece onlara ait olan ve onunla tanındıkları için Es-selamun aleykum şeklindeydi. Daha sonra ehli kitapta Müslümanlara bu şekil selam vermeye başlayınca buda alametlikten çıktı.[17] Hafız İbni Hacer hadisin şerhinde: “Ayette; kim İslam alametlerinden bir şey izhar etti mi onun kanı malı imtihan edilmeden helal olmaz. Çünkü selam lafzının Es-selam olarak denmesi halinde, ne manaya geldiği ihtilaflı olmakla beraber; boyunduruk altına girmek manası muhtemeldir. Bu da İslam alametidir, çünkü İslam’ın lügat manası da boyunduruk altına[18] girmedir. Bu zikrettiğimiz sebepten dolayı; sadece selam verene İslam hükmü uygulanması ve İslam hükmü verilmesi lazım gelmez. Bilakis bu kimsenin kelime-i şehadeti telaffuz etmesi lazımdır. Bunda (kelime-i şehadet telaffuzun da) ehli kitap ve dışındakilerde ise tafsilat gözetilmesi gerektiğinin” delilinin olduğunu söyler...

İmamın yapmış olduğu bu açıklamada, selam veren kimse, Yahudi ise; Peygamberimizin getirmiş olduğu dini kabul etmesi de gerekir ayrıca bunun dışında bir dindense o dinden teberri etmesi gerekir.[19]

Ayrıca şu nokta bu konunun açıklığa kavuşmasında yardımcı olacaktır. İbin Kudame muğni kitabında; namazla insanın İslam’ına hükmedilmesini açıklarken “Kâfir hac yapsa da onun İslam’ına hükmedilmez. Çünkü müşriklerde yapıyordu”  Şeyh Makdisi (risale 126): Hac İslam alametidir. İbni Kudame’nin muğni de zikrettiğine iltifat edilmez. Evet, ilk başta hac ibadeti hem müşrikler hem Müslümanlar yaptığı için İslam alameti değildi. Fakat sonra Allah tevbe 28 ile müşriklere haccı yasakladı, Resul de “Bu yıldan sonra müşrik hac yapamaz dedi”  o günden sonra hac İslam alameti oldu. Çünkü sadece Müslümanlara hac ibadeti yapar oldu.

Bak kardeşim: Resul zamanında alamet olmayan bir şeyi Şeyh Müslümanlara has olma illetiyle alamet saymıştır. Bizde aynı şekil bunun çelişki olduğunu ve bu amellerin bugün vasfını yitirdiğini söylüyoruz.

Şöyle bir misalle bu konuyu kapatmak istiyorum. 22 Temmuz Pazar demokratik seçimler yapıldı. Siz bir caminin önünden geçiyorsunuz. Günlerden Cuma (seçimlerden bir hafta sonra) ve camii tıklım tıklım, herkes namaz kılıyor, sizce o camii de bulunan kaç kişinin parmağında mürekkep yoktur. Akıllı olan ve insaf sahibi olan bir kimse ;  % 1 dahi diyemez. Çünkü bu toplumla iç içe yaşayan bizler çok iyi biliyoruz ki halkın %99’ u oy kullanmıştır. Hem de hiçbir seçim afişinde çözüm İslamdır[20] yazmayan partilere! Neye, kime ve ne için oy verdiğini ta ilkokuldan beri herkesin bildiği bir ülkede.[21]

Hatta hilafetin kaldırılıp cumhuriyetin kuruluşu veya büyük tağutun ölüm yıl dönümü münasebetiyle imam hutbeden bayram veya yas diye o günün anlam ve önemine dair hutbe verecek ve cemaatte âminleriyle eşlik edecekler. Biz de o namazdan dolayı bunlara Müslüman muamelesi yapacağız öylemi?

Biz biliyoruz ki; ne bu namaz ne de söyledikleri kelime-i tevhid, içinde bulundukları küfürle beraber onların İslam’larına alamet olamaz. İçinde oldukları bu hal zan değil, bu toplumda yaşamış her Müslüman’ın yakinen bildiği bir şeydir. Bilakis aksini düşünmek asla zan mertebesine ulaşmayacak vehimdir. Önceki başlıkta sorduğum soruyu tekrar soruyorum. Namazına güvenerek İslam hükmü uyguladığınız, daha sonra muvahhid olduğuna şahit olduğunuz insan sayısı kaçtır? Peki, bu durumda biz mi yakinen sabit olanı zanla izale etmiş oluyoruz? Yoksa siz mi? İnsaf!

Peki, hiç bu konuda sahabe uygulamasına baktınız mı? Ebu Bekr (r.a.) döneminde toplu irtidadler[22] oldu. Bunların kimi yalancı peygambere tabi oldu, kimisi zekâtı fasit teville vermedi ve kimide başka sebeplerden irtidad etti. Bu toplu bir irtidattı. Resul (s.a.v.) hayattayken ona iman etmiş olan toplulukların çok azı müstesna (üç şehir) diğer yerler dinden dönmüştü. Bunların çoğu namaz kılıyor ve kelime-i tevhidi söylüyordu. Peki, sahabe bunlara Müslüman muamelesi mi yaptı? Asla… Neden sahabe bunların namazını, kelime-i tevhidini ilk etapta İslamlarına hükmetmeye yeterli saymadı da bununla birlikte illaki bilinen şirk ve küfürlerinden teberriyi şart koştu.

Yoksa o güzide sahabeler; yöneticileri (museyleme gibi) ve halkını ayırarak mı muamele etti? Bunların muteber engelleri vardı da başkalarının yok muydu?

Ya da sahabe biz bunlara henüz hücceti ikame etmedik. Tek tek tekfirin şart ve engellerine bakalım mı dedi?

Yoksa sizin toplumunuz ile onlar arasında fark mı var? Sizin toplumun küfrü ve şirki o günkülerin şirkinden daha kapalı ve az mı? İyi düşünün ey merhamet tellalları, sizin toplumunuzun onlardan farkı, lehte mi yoksa aleyhte mi?

 

 

3.  HÜCCET İKAMESİ NE İLE OLUR

Yazarın risalede en çok bahsettiği ve diline doladığı, kendinin de dolandığı meselelerden biri de hüccet ikamesi meselesidir. Risaleler de genel vurgu şu yöndedir:

Bu toplum da farklı türde birçok küfür vardır, fakat muayyen şahıslara hüccet kaim olmadığı için bunları tekfir edemeyiz.

İslam dininde hüccet Allah’ ın kitabı ve onu bize ulaştıran Resul (s.a.v.)dür. Çünkü kitap ve sünnet tevhidle ilgili tüm meseleleri beyan etmiştir. Allah c.c. kitaplar indirmek ve Resuller yollamak suretiyle insanlara hüccetini ikame etmiştir. Kıyamet gününde de insanlara ayetlerini ve Resullerini soracak, bu şekilde insanları hesaba çekecektir.

De ki: Şahitlik yönünden hangi şey daha büyüktür? De ki: Allah benimle sizin aranızda şahittir. Bana şu Kur'an vahyolundu. Ta ki, onunla sizi (ve ulaşan herkesi) korkutmuş olayım. Gerçekten şahitlik eder misiniz ki, Allah'la beraber başka mabııdlar vardır? De ki: O ancak bir tek mabuddur. Ve şüphesiz ki, ben sizin şirk koştukla­rınızdan beriyim” (En’ am 19)

 “Eğer müşriklerden biri sana sığınırsa, onu himayene al ki Allah'ın kelamını dinlesin. Sonra onu emniyette olacağı yere ulaştır Çünkü onlar cahil bir topluluktur” (Tevbe 6)

İmam Müslim sahihin de Ebu Musa el Eşari’den gelen hadisi şerifte: “…Kur’ an ya senin lehine ya da aleyhine hüccettir” buyrulur.

“Ey cin ve insan topluluğu!  İçinizden size ayetleri­mizi aktarıp okuyan bu karşı karşıya geldiğiniz gününüzle sizi uyarıp korkutan peygamberler gelmedi mi? Onlar, nefislerimize aleyhinde,  şehadet ederiz derler.  Dünya hayatı onları aldattı. Gerçekten kâfir olduklarına dair kendi nefislerine karşı şehadet ettiler” (En’ am 130)

“Az daha öfkeden çatlayacak. Her topluluk onun içine atıldıkça onun bekçileri o topluluğa sorar: “Size bir uyarıcı (pey­gamber) gelmedi mi? (Mülk 8)

Müjde verici ve korkutucu Peygamberler gönderdik. Ta ki, Peygamberlerden sonra Allah'a karşı halkın hücceti ve delili bu­lunmasın. Allah (her şeye) galibtir ve hikmet sahibidir” (Nisa 165)

Bu ayetler ve daha zikredilebilecek onlarca ayet, Allah’ ın hücceti kitap ve Resullerle insanlara ikame etmiş olduğunun delilidir. Özellikle Nisa 165. Ayet Resulun gelmesinden sonra insanların Allah’ a karşı bahane ve özürlerinin kalmadığının açık bir delilidir.

Kur’ an ve sahih sünnetin günümüze ulaşmasına rağmen, bazıları ısrarla insanlara hüccet kaim olmamıştır derler. Bunca ayete rağmen bu kur’ana muhalif görüşlerini benimsemeyenleri de ilginç vasıflarla dillerine dolamışlardır. Aslında sadece kendilerini dolarlar da farkında değillerdir. Bazıları da ilim ehlinin, sözlerini anlamadan delil getirirler. Bu konular hakkında en çok konuşan Şeyhul İslam İbni Teymiye (r.h.) olduğundan dolayı da delil kaynakları o olmuştur.

Bu noktanın beyanına geçmeden önce diyoruz ki: Allah c.c. insanlara Kur’ an ve Resulle hücceti ulaştırdığını, kıyamette de insanlara bunu soracağını muhkem ayetlerde beyan ettikten sonra, kim olursa olsun buna muhalif söz beyan etmesi bizleri bağlamaz. Allah c.c. hüccetini ulaştırmıştır. Resuller de bunu açıklamıştır. Nitekim Kitap ve sünnette bugün herkesin ulaşabileceği şekilde mevcuttur. Bundan dolayı hüccet ulaşmamış olması veya ikame edilmesinin gerekliliği gibi bir şey söz konusu değildir. Bununla ilgili olarak geniş açıklama ileride gelecektir.

İlim ehlinin hüccet ikamesinden neyi kastettikleri, kimlere ve hangi meselelere hüccet ikamesi gerektiğini, âlimlerden yapılan nakillerin nasıl anlaşılması gerektiğini inceleyelim.

Şeyh Muhammed bin Abdulvehhap (r.a) talebelerinin, İbni Teymiyyenin “bir şeyleri inkâr edene ikametül hücce gerekir” sözünü sormaları üzerine şöyle cevap verir; Siz bu tağutlardan ve onların tabilerinden soruyorsunuz, bunlara hüccet kaim olmuş mudur diye? Bu sorunuz çok tuhaftır. Nasıl bunda şüphe edersiniz ki!.. Size defalarca açıkladım hüccet kaim olmamış insan yeni İslam’a giren veya İslam beldelerinden uzakta yaşayandır. Veya kapalı (hafiy) meselelerde hüccet ikamesi gerekir. Fakat İbni Teymiyye’den zikrettiğiniz, “kim şunu şunu inkâr ederse sözü”, bu tür insanlar için geçerlidir. Bu insanlara anlatılmadan (tarif yapılmadan) tekfir edilmez. Ama Allahın kitabında beyan ettiği usulü dine gelince, Allah’ın hücceti bu meselelerde kitabıdır. Nitekim kime kur’ an ulaşmışsa ona hüccet ulaşmıştır.  Sorunun aslı şudur siz kıyamul hücce ile fehmul hücceyi (hüccetin anlaşılması) karıştırıyorsunuz. Şüphesiz kâfirlerin ve münafıkların birçoğu, hüccet kaim olmasına rağmen, onu anlamamışlardır. Ayette: “Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini, düşündüklerini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir. Hatta onlar yol bakımından hayvanlardan da daha şaşkındırlar.” (Furkan 44) [23]

Bu söze ve söylendiği ortama dikkat et kardeşim! O dönemin kabirperest müşrikleri ve onlara tabi olanlar soruluyor. Muhammed bin Abdülvehhab’ın talebeleri, İbni Teymiyye’nin hüccet ikamesi ile ilgili sözlerini yanlış anlamış ve o insanlara anlatmadan tekfir olmayacağını zannetmişlerdir. Şeyh cevabında: Bu meselelerde Kuran’ın varlığını, onlara ulaşmış oluşunu yeterli saymıştır. Acaba diyorum; bizim topluma henüz kur’an ulaşmadı da ondan mı bu arkadaşlar sürekli hüccet ikamesinden bahsediyorlar. Şeyh İshak ibni Abdurrahman “Din de zorunlu bilinen şeylerden biri de usulü’d dinde[24] asıl olan kitap, sünnet ve sahabenin üzerinde olduğudur. Bu konularda merci bir âlim değildir. Bu asılın yanında karar kılan kişiye bazı imamların kitaplarında gördüğü müteşabih sözleri anlamak kolaylaşır. Resulden başka masum kimse yoktur. Bizim şu anki meselemiz ortağı olmayan Allah’a ibadet meselesidir. Kim Allah tan başkasına ibadet ederse kendini dinden çıkaran büyük şirk koşmuştur. Bu Allah’ın kitaplar indirip, resuller göndermek suretiyle insanlara hüccetini ikame etmiş olduğu asıl usuldür. Usul meselelerinde tariften (karşıya anlatma, beyan etme) söz etmezler. Tarif ancak delilleri bazı Müslümanlara kapalı kalmış, bidat ehlinden mürcie vb. üzerinde tartıştığı meseleler de zikredilir. Kabirperestlere nasıl tarif (izah etme ve anlatma) yapacaklar ki onlar Müslüman dahi değiller. “ [25]

Şeyh İshak (r.a) kendi döneminin yaygın şirki olan kabirperestlerden (bugün ki sofimeşrepler) söz ediyor. Oda dedesi gibi bu mesele de hüccetin kur’an olduğunu ve kabirperestlerin Müslüman dahi olmadığını söylüyor. İlim ehlinin ikametü’l hücce gibi sözlerini de kapalı olan ve tam açık olmayan meseleler içindir diyor.

Şeyh İshak aynı risale de şöyle devam eder “Bu itikad (insanlara şirkte hüccet ikamesi yapılması gerektiği) şu çirkin itikadı gerektirir. Kur’ an ve sünnetle bu ümmete hüccet kaim olmamıştır diyenlerden ayrıca onlara kitap ve sünnetin hüccet oluşunu unutturan bu kötü anlayıştan Allah’ a sığınırız. Bilakis ehli fetret olup kendilerine risalet ve kur’ an ulaşmayanlar cahiliye üzere ölenlere icmayla Müslüman denmez. Onlara istiğfar dilenmez. İlim ehlinin ihtilaf ettiği ahirette azap görüp görmeyecekleridir?”

Şeyhin son ibareden kastı: Onlara dahi (ehli fetret) kitap ve resul ulaşmadığı halde Müslüman denmiyorsa, bugün elinde kitap ve sünnet olanlara nasıl Müslüman densin.

Yeri gelmişken şunu beyan edelim: ilim ehlinden bazıları fetret ehli olanlara hüccetin kaim olmadığını savunur. İbrahim (a.s.) dininin kalıntıları olan, Zeyd bin Amr bin Nufeyl gibi muvahhidlerin o toplumda bulunması vb. sebepleri inzar ve hüccet ikamesi olarak saymazlar. Cehalet bölümünde Allah nasip ederse bu mevzuyu ve görüşleri naklederiz.

Her halükarda ister onlara hüccet ulaşmamıştı deyip; Resulullah (s.a.v)’ tan önceki dönemde yaşayanlara müşrik diyenler yahut İbrahim (a.s.) dininin kalıntıları onlara hüccettir diyenlerin sözünü alalım. Her halükarda bizim toplumda, hem hüccet (Kur’an ve sünnet) vardır, hem de değil Muhammed (s.a.v.) dininin kalıntıları bizzat kendisi vardır. Merhamet tellallığına soyunanlar keşke bilseydi!

Kabirperestlerin yaygınlaştığı bir dönemde, bazı insanlar İbni Teymiyye ve İbni Kayyımın içinde hüccet ikamesi geçen bazı sözlerini alıp, necd ulemasını tenkit etmeye başlar. Derler ki sizin şeyhleriniz cahil şirk koşunca tekfir etmez, hüccet ikamesi şart derlerdi. Siz ise tekfir ediyorsunuz. Şeyh İshak risale Mahmudiyye de (21-23) “… Bu sözü söyleyeni çağırdım. Ona hatasını ve şeyhul İslam İbni Teymiyyenin sözünü yanlış anladığını beyan ettim. Şeyh bunu şirk olmayan bidat türü şeylerde söyler. Resulun kabrinin yanında dua veya bazı bid’ i ibadetler gibi…”

Şeyh Ebu Batin: “Şeyhul İslam İbni Teymiyenin kim bu tür şeyler yaparsa hüccet ikame edilmeden ona müşrik ve kâfir denmez gibi sözleri büyük şirkte veya Allah tan başkasına ibadet meselelerinde değildir. O bu sözü kapalı olan sözler için söylemiştir. Kapalı sözlerde sahibine hüccet kaim olmamıştır denilebilir. [26]

Şeyh Süleyman bin Sehman dedi ki; Iraki bu iddiayla ortaya çıkıp İbni Teymiye ve İbni Kayyımın mutlak manada ikametul hücceti şart koştuğunu iddia edince ona uzun bir reddiye kaleme alır. (diye-u Serik fi er-reddi ala mazikil marik) “Burda anlarsın ki İbni Teymiyenin sözü ve (selefteki) tartışma kabirperestler için değildir. Bu söz (ikametül hücce) ancak bidat ehli ve ehli sünnete muhalifler için söylenmiştir” (168-169)

İbni Kayyım: “Şüphesiz Allah’ın hücceti kitapların indirilmesi ve resullerin gönderilmesiyle kullar üzerine ikame edilmiştir. Her kim Allah’ın ona emrettiği ve nehyettiğini bilme imkânı bulurda, kendi taksirinden dolayı bunu yapmazsa şüphesiz o kimseye Allah‘ın hücceti kaimdir” (medaric 1/166)

İbni Kayyım Resulullah (s.a.v)’ın müşrikleri ateşle müjdelemesi ile ilgili olarak Zadul Mead adlı eserde şöyle der “müşrik olarak ölen ateştedir, resulun bi’setinden önce ölse de o kimse ateştedir. Çünkü müşrikler İbrahim (a.s.)’ın hanif dinini Allah tarafından hiçbir delil almadan yaptıkları şirkle değiştirdiler…”

Dikkat et kardeşim! Şeyh İbni Kayyım(r.a) İbrahim (a.s.)’ın tahrif olmuş dininin kalıntılarını Resulullah’a(s.a.v) peygamberlik gelmeden önceki dönemde hüccet olarak yeterli görmüştür. Bu bölümü ve konunun tamamını mutlaka oku (3/59)  Peki bizim toplum ne olacaktır?

Aslında bu mana da daha çok nakil yapılabilir. Fakat ilim ehlinin anlayışına değer verdiğini iddia eden, “bizim gibi cahiller bu meselelerde konuşamaz” diyenlere kâfidir inşallah.

Bir benzetme:

Bir toplum düşünün, Allah onları mazeretli saymamış ve müşrik -  kâfir diye isimlendirmiştir. Bu isimlendirme de etkili fiiller şunlardır:

- O toplum Allah’ın varlığına inanmakla beraber salih insanlar olduklarına inandıkları putlara ibadetlerini sarf ediyor, onlardan fayda ve zarar bekliyorlardı. Bunu asla müşrik olmak adına değil, İbrahim (a.s.)’ın dininin bu olduğuna inandıkları için yapıyorlardı.

- O toplumun bir parlamentosu vardır. Darun nedve adın da. Her kabilenin önde geleni orda kabilesini temsil ediyor, yasama (teşri) işini orda yapıyor, hayat düzenini yeni kanunlarını orda belirliyorlardı.

- Bütün dostlukları ve düşmanlıkları kutsallık atfettikleri putları, ataları, kabileleri içindi.

- Ahlaksızlık (kumar- zina) mubah sayıldığı gibi övünme aracıydı. Fakat bu insanların döneminde ne kitap, ne sünnet, ne tevhidi basım yapan yayınevleri ve nede muvahhid alimler vardı. Birkaç kişi bu şirklerden uzak kalmaya gayret ediyor, onlarda toplumda etkisiz şahsiyetler oldukları için arka plan da kalıyorlardı. Hakka ulaşma imkânları da neredeyse yok denecek kadar azdı. Bu toplum kendini İbrahim (a.s) dininde sayıyor ve bu yaptıklarını da Allah için yapıp ona yaklaştıklarını zannediyorlardı. Tüm bunlara rağmen Allah bu toplumu mazeretli saymamış, onları kâfir ve müşrik diye isimlendirmiş, Resul de onların ateşte olduğunu haber vermiştir.

 “Kitap ehlinden ve putperestlerden küfre kayanlar ken­dilerine açık delil gelinceye kadar üzerinde bulunduklarından ay­rılacak değillerdi.” (Beyyine 1)

“Onlara, Kitaplarını doğrulayıcı olarak Allah katından bir Kitap geldiğinde (onu inkâr ettiler.) Hâlbuki o Kitapla daha önce müş­rikler üzerinde yardım ümit ederlerdi. Ne zaman ki tanıdıkları Hak onlara geldi, onu inkâr ettiler. Kâfirlerin üzerinde Allah'ın laneti var­dır.” (Bakara 89)

Dikkat edilirse Allah o toplumu iki ayette de kâfir diye isimlendirmiştir. Resulullah (s.a.v.): Babasının durumunu soran adama “benim babamda senin babanda ateştedir” (Müslim), yine bir Müslüman hangi müşriğin kabrine uğrarsa Muhammed (s.a.v)’in onu ateşle müjdelediğini söylemesini isteyerek, onların ateş ehli olduklarını bildirmiştir.[27]

Şimdi yeni bir toplum düşünün:

- Allahın varlığına inanmakla birlikte, salih olduğuna inandıkları insanların mezarlarını puta çevirmişler, geçmiştekilerin yaptığı gibi onlara dua etmiş, fayda ve zararı onlara hasretmişlerdir ve ibadetlerini onlara sunmuşlardır. Hatta bu yeni toplum öncekilerden bir adım daha öteye geçmiş, dara düşüp sıkıştığı anda putlarına daha bir sıkı bağlanmışlar, medet dileklerini artırmışlardı. Yani hem darda hemde rahatlıkta putlarına yönelmişlerdi. Eskiler ise, dar da kaldıklarında, deniz de dalgaya tutulduklarında ise putlarını terk eder sadece Allah’a yalvarırlardı.

- Yalnız putlar arasında bazı farklar vardır. Eskiler istisnalar olmakla beraber genelde salih insanların heykelleriydi ve genel olarak boylamasına dikilmiş heykellerdi. Şimdikilerin putları yine istisna olmakla beraber ya zındıklığı alenen sabit Allah düşmanları ya da Allah ‘ ın dinine savaş açmış insanların heykelleridir. Ve genel olarak putları da boylamasına değil enlemesinedir.

- Yeni toplumun parlamentosu vardır. Onlar İslam dini ile yönetme fırsatları olmasına rağmen demokrasiyi tercih etmişlerdir. Bütün vatandaşlar oylarıyla yönetim de söz sahibidir. Bu parlamento açıktan (televizyon kanalından) Allahın yasalarını çiğner ve değiştirir. Parlamentonun işlevi, görevi, neden İslam, hilafet değil de demokratik yönetim biçimini seçtiği ilkokuldan bu yana tüm vatandaşlara anlatılır. Hatta okul kitaplarında tafsilata gidilerek İslam ve demokrasi arasında, hilafet ve cumhuriyet arasında kıyaslamalar yapılır. Yani yeni parlamentoya seçimler aracılığıyla bizzat dahil olan toplum bireyleri eskiler gibi şuursuz değil devletin eliyle bilinçlendirilmiştir.

- Bu toplumun kutsallık atfettiği tüm değerler, dostluk ve düşmanlıklarını üzerine bina ettikleri vatan, bayrak, millet aynen eski cahiliye toplumunda olduğu gibidir.

- Reklamları yapılarak mubah görülen, mubahlaştırılmaya çalışılan ahlaksızlıklar bu toplumda moda ve gelişmişlik ismiyle işlenir. Mesela bir genç çok zina etmesini övünme aracı olarak anlatır. Ve daha sayılabilecek birçok şey.

- Bu toplum yapmış olduklarını müşrik olmak için değil, Muhammed (s.a.v.)’in getirdiği dinin bu olduğunu zannederek yapar ve aynı zamanda peygambere müntesip olduklarını ilan ederler. Nasıl ki o eski toplum, tevhidi yaşayanları İbrahim dinine muhalif yeni bir dinle suçluyorduysa, bunlarda tevhidi yaşayıp anlatanlara Muhammed (s.a.v.) dinine muhalif din getirmekle suçlarlar. Arada ki farkı mı merak ediyorsunuz? Yaptıkları her şeyin şirk olduğunu beyan eden kur’an hepsinin evinde mevcuttur. Resulun sünneti ise her an ulaşabilecekleri kolaylıktadır.

Nasıl olduğunu anlamış değiliz ama, yazara göre, yukarıda vermiş olduğumuz benzetmede birinci gurpta bulunanlar müşrik ve ateş ehlidir. İkinci örnektekiler ise; şimdikiler Müslümandır. Hatta şimdikilere sakın kâfir demeyin muasır cihat âlimlerine muhalefet edip bidatçi harici olursunuz. Çünkü şimdikilere henüz hüccet kaim olmamıştır. Bunları sakın İslama davet etmeyin, siz de tekfir cemaatlerinden olur, cihad cemaatlerinden ayrı düşmüş olursunuz! Sadece bunları eğitin. Çünkü bunlar Müslüman’dır. Sakın hüccet ikame etmeye kalkmayın, sizlerle hüccet kaim olmaz, bunların yani karşınızdaki insanların kabul ettiği hüccetler ancak hücceti ikame edebilir. Eee ne yapalım, hocalarda böyle bir şey yapmayacağı için bekleyin! “Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar insanlardan bir şey ölçüp aldıkları zaman ölçüyü tam yaparlar. Kendileri onlara bir şey ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik yaparlar.” (Mutaffifin 1-3)

“Yahudiler ve Hıristiyanlar ”biz Allahın oğulları ve sevgilileriyiz” dediler. Öyleyse günahlarınızdan ötürü size niçin azap ediyor? Bilâkis siz O'nun yarattığı insanlarsı­nız" de. Allah dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin hükümranlığı Allah'ındır. Dönüş O’nadır.” (Maide 18)

“Bu haktan dönüş onların (ehli kitabın) “ateş bize kesinlikle sayılı günlerden fazla değmeyecektir.” demelerindendir. Uydurdukları yalan onları dinlerinde aldatmıştır.” (Ali İmran 24)

4.       HÜCCET ULAŞTIĞI HALDE İLGİSİZ KALANLAR

Önceki bölümden net bir şekilde anlaşıldı ki; hüccet kur’an ve Resul’le insanlara ikame edilmiştir. Yani din insanlara ulaşmıştır. Allah’ın kitabında beyan ettiği meselelerde hüccet kur’anın ulaşmasıdır.

Peki, kur’an ulaştığı veya hüccet mevcut olduğu halde buna ilgisiz kalan bunun dışında şeylerle ilgilenen ne olacaktır? Kur’an bu tip insanlara “MU’RİD” yüz çeviren der. İlgisiz kalan, ilgilenmeyen, sırt çeviren bu insanları; ne Allah nede Resulu mazur saymıştır.

“Biz, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları, ancak gerçek üzere ve belirli bir süre için yarattık; inkâr edenler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler.” (Ahkaf 3)

“Öyleyken, bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar? Aslandan ürkerek kaçan yabanî merkeplere benzerler.” (Müddesir 49-50)

“Rabbinin âyetleri kendisine hatırlatılmışken onlardan yüz çeviren ve önceden yaptıklarını unutan kimseden daha zalim var mıdır? Kur’ an'ı anlarlar diye kalplerine örtüler, kulaklarına da ağırlıklar koyduk. Sen onları doğru yola çağırsan da asla doğru yola gelmezler.” (Kehf 57)

Allah ilk insanı yeryüzüne indirirken de bu hususa dikkat çekmiş, hidayetin onun hücceti olan zikrine tabi olmakta, delaletin ve şegavetin[28] ise ondan yüz çevirmekte olduğunu haber vermiştir. Âdem (a.s.) ve şeytan arasında malum kıssa cereyan edip, Âdem (a.s.) dünyaya indirilirken: "Oradan hep beraber inin! Eğer benden size bir yol gösteren gelirse bilin ki; benim yol göstericime uyanlar için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da ol­mayacaklar­dır, dedik." (Bakara 38)

“Onlara şöyle dedi: "Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan inin. Elbet size benden bir yol gösteren gelir; Benim yoluma uyan ne sapar ve ne de bedbaht olur. Benim Kitabımdan yüz çeviren bilsin ki onun dar bir geçimi olur ve kıyâmet günü de onu kör olarak haşr ederiz.” (Ta-ha 123-124)

Bütün bu anlattıklarımızdan sonra kim bu topluma hüccet kaim olmamıştır, bunlara her gün işledikleri onlarca şirk anlatılıp beyan edilmelidir derse nihayet şu üç şeyin dışında başka bir şey anlaşılmaz bu sözden;

a)      Kur’an ve risalet(peygamberin haberi) hücceti bu topluma ulaşmamıştır. Bunu akıl ehli biri söylemez.

b)      Kur’an ulaşmıştır, ama Allah tevhid ve şirk meselelerini net açıklamadığı için insanlar anlamamıştır. Bu sapıklığı iman ehli biri dile getiremez.

c)       Kur’an ulaşmıştır, hüccet ulaşmıştır, fakat insanlar ilgisizdirler. İlgisizlik ve yüz çevirme başlı başına bir küfür ve imanı bozan unsurlardandır. Şeyh Muhammed bin Abdulvehhap üzerinde icma edilen on tane imanı bozan unsurun arasında yüz çevirme ve ilgisizliği de saymıştır.

“Andolsun ki Kur’an’ı, öğüt olsun diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur?” (Kamer 17)

Bu bahsi inşallah şu hadisle noktalayalım. İmam Buhari sahinin ilim kitabı 66. hadisin de Ebu Velid El-leysi (r.a.)’den: “Resulullah (s.a.v) insanlarla beraber mescitte otururken ona doğru üç kişi yöneldi. İkisi Resule doğru yöneldi, biri gitti. O ikisinden biri mecliste bir boşluk bulup oturdu, diğeri de meclisin arkasında oturdu. Üçüncüsü de dönüp gitti. Resulullah’ ın (s.a.v.) işi bitince size o üç neferden haber vereyim mi? Birisi Allah’a yöneldi (sığındı manasında), Allah ta onu kabul etti. Diğeri ha ya etti, Allah ta ondan hayâ etti. Ama üçüncüsü ise yüz çevirdi Allah ta ondan yüz çevirdi.”

Şimdikiler ise maalesef muvahhidlerden yüz çevirerek, Allah’tan yüz çevirenlere özür arıyorlar. Yeter ki ölçüler bozulmaya görsün.

 

 

 

 

 

 

5.       ZANNI FASİT İNSANA FAYDA VERİR Mİ?

Kastımız şudur: Kendince Müslüman olduğunu zanneden, üzerinde bulunduğu halin, Allah‘ın razı olduğu hal olduğunu düşünen insana, bu zannı fayda sağlar mı? Ya da yaptığı şirk ve küfrün, kendini şirke sokmadığını zannetmesinin bir faydası olur mu?

Eğer şirkten teberri edip, muvahhid olarak Allah’a c.c. teslim olmuşsa, bununla beraber bazı yanlışları dahi olsa (şirke bulaşmadıkça) bu zannı kendine fayda verir. Nihayet bu zan yakin gibi olan zandır.

Fakat şirkten teberri etmemiş veya içinde bulunduğu dönemin her türlü şirkini ve eski cahiliyyenin şirkini işliyorsa bu zan kendisine hiçbir fayda sağlamaz. Zira insanın üzerinde bulunduğu haline itibar edilir zannına değil.

“Allah insanlardan bir takımını doğru yola eriştirdi, fakat bir takımı da sapıklığı hak etti, çünkü bunlar Allah'ı bırakıp şeytanları dost edinmiş ve kendilerini doğru yolda sanıyorlar.” (Araf 30)

Bu ayette kastedilen ister Mekkeli müşrikler olsun, isterse de Hz. Âdem den sonra şirke bulaşanlar olsun. Kendilerinin hidayet ehli oldukları zannı maalesef onlara fayda sağlamamıştı. Çünkü üzerinde oldukları hal şeriatın tasvip etmediği bir haldir.

İmam Taberi, bu ayetin tefsirinde diyor ki: “bilakis onlar bu yaptıklarını hak ve hidayet üzere ve doğrunun kendi yaptıkları olduğuna inanarak yaptılar. Bu ayet “Allah hiç kimseye yaptığı masiyet veya itikat ettiği sapıklıktan dolayı azap etmez, taki onun doğru şeklini bilip Rabbine inat olarak yaparsa azap eder” diyenin hatalı olduğuna en açık delildir. Çünkü öyle olmuş olsa, hak ehliyle, yolunun doğru olduğunu zan ettiği halde sapıtan arasında fark kalmamış olur. Muhakkak Allah bu ayetle iki taifenin ismini ve hükmünü ayırmıştır.” (Taberi Tefsiri)

Hakikat şudur ki, ayet hiçbir yoruma ihtiyacı olmayacak muhkem ve açık ayetlerdendir. Bu imamın yaptığı yorum gerçekten mükemmeldir. Gerçekten hak üzere olan, Allah’a teslim olmuş ile toplumun kendini hidayet üzere zannedip her şirke bulaşmış olan insanlar hiç aynı olabilir mi? Hayır olamaz! Olmamalı da! Çünkü Allah kitabında dediği gibi dünya hükmü olan isimlerini de ahirete taalluk eden yönlerini de ayırmıştır.

“Ey Muhammed! "Size, amelce en çok kayıpta bulunanları haber vereyim mi?" de. Dünya hayatında, çalışmaları boşa gitmiştir, oysa onlar, güzel iş yaptıklarını sanıyorlardı” (Kehf 103-104)

İşte kardeşim sana apaçık bir ayet daha. İnsanın güzel şeyler yaptığını zannetmesi insanın amellerinin boşa gitmesini önleyemiyor. Çünkü insanın niyeti ve zannının net olması gerektiği gibi, üzerinde olduğu yolun da net bir şekil de Allah’ın onayladığı bir yol olması gerekir.

Burada en ilginç olanı ise, Allah şirk üzere olup güzel şeyler yaptığını zannedenlere “amel yönünden en çok hüsrana uğrayanlar” derken, bazıları bu tip insanları mazur görmekle “amel yönünden bedbaht olsa da, özürlü olduğundan dolayı bahtiyar” olduğunu ve mazeretliler sınıfına dâhil olduğunu söylerler.

İnsan bunların sözlerini ve yazdıklarını okuyunca bir an keşke bizde toplum gibi bir şey bilmeyen, hiç dine teveccüh etmeyenlerden olsaydık diyesi geliyor! O kadar oku, araştır, rabbinden hidayet iste, yanlış yaparsan vay haline, çünkü sen biliyorsun. Adam bir gün kur’an’ı eline almasın, neden bu kuran gönderilmiş, rabbim ne demiş, ne istemiş hiç ilgilenmesin, şirk nedir, küfür nedir, tevhid nedir, yaratılış gayesi nedir, insanın yapması gereken nedir bilmesin ve bilmek için gayret sarfetmesin… Yine de MAZUR sayılsın ve cennete gitsin!

İmam Taberi bu ayette şöyle der: “Eğer söz bazılarının zannettiği gibi, “kimse bilmeden Allah’a kâfir olmaz” şeklinde olsaydı, bu insanların (ayette geçen) yaptıkları bu amellerde- doğru olduğunu sanarak yaptıkları amellerde- ecir alan ve isabet edenlerden olması gerekirdi. Fakat söz bunun hilafınadır. Çünkü Allah onların kâfir olduğunu amellerinin de boşa gittiğini haber vermiştir.”

Kardeşim Allah bana ve sana merhamet etsin. İmam nede güzel açıklıyor: İnsanın doğru olduğuna inanıp yaptığı fakat Allahın sözüne muhalif söz ve eylemleri faydalı olsa kâfirler, kâfir değil isabet edip sevap kazanmış insanlar olurlardı.

İbni Kayyım Araf 30’ un tefsirindeeğer denilse, hidayet üzere olduğunu zanneden bu adamın sapıklığında özrü var mıdır? Denilir ki, hayır. Ne ona ve ne de onun gibi sapıklığının kaynağı vahiyden yüz çevirmek olanların özrü yoktur.” (Tefsirul kayyım)

Yine şu ayetleri düşün kardeşim

“Onla­ra, “Yeryüzünde fitne çıkarmayınız!” denildiğinde,“Biz ancak ıslah edicileriz.” derler. Dikkat edilsin ki, şüphesiz onlar, fitne ve fesat çıkaranların tâ kendileridirler. Fakat bu durumlarını sezemezler bile.” (Bakara 11-12)

Allah nasılda onları yalanlıyor, zanlarını kale almıyor, bilakis üzerinde oldukları ifsatla onlara hükmediyor ve öyle onları isimlendiriyor.

6.   ÂLİMLER HÜCCET MİDİR?

Şüphesiz ilim ve onun taşıyıcısı rabbani âlimler, ölçülere bağlı kalındığı zaman rahmet, ölçüyü tutturamayanlar içinse delalet sebebidir.

Allah c.c Kur’an-ı Kerim’de ilim ehlini ve ilmi çok güzel vasıflarla övmüştür.

-Allah-u Teala dünya ve ahiret saadeti olan vahyi ilim diye isimlendirmiştir. Kur’an da geçen “sana gelen ilimden sonra seninle tartışılırsa” ve “sana gelen ilimden sonra onlara uyarsan” mealinde çokça geçen ayetler buna delildir.

-İlmi büyük fazilet diye isimlendirmiştir. “Eğer Allah'ın sana yönelik lütfü ve esirgemesi olmasaydı, onların bir takımı seni yanıltmaya yeltenmişlerdi. Oysa onlar sadece kendilerini yanıltırlar, sana hiçbir zarar dokunduramazlar. Çünkü Allah, kitabı ve hikmeti indirerek sana, daha önce bilmezliğin gerçekleri öğretmiştir. Hiç şüphesiz Allah'ın sana yönelik lütfu son derece büyüktür.” (Nisa 113)

-İlmin dosdoğru yola ilettiğini haber vermiştir. “Babacığım, sana ulaşmayan bir ilim, geldi bana, ne olur bana tabi ol da seni dümdüz bir yola çıkarayım.” (Meryem 43)

-İlmin ehlini ise; Dünya ve ahiret saadeti olan tevhid’e, kendiyle beraber şahit tutmuştur. “Allah'tan başka ilâh olmadığına ve O'nun adaleti ayakta tuttuğuna Allah'ın kendisi, melekler ve bilgili kullar tanıktır. O'ndan başka ilâh yoktur. O üstün iradeli ve hikmet sahibidir.” (Ali İmran 18)

Tek bu ayet bile onların faziletine yeterli delildir.

-Allah-u Teala Ulul azm peygamberlerinden olan Musa (a.s)’a kendinden mertebe olarak geri olan birine ilimden dolayı tabi olmasını emretmişti. Musa (a.s) bu sebeple ilmi yolculuğuna çıkmıştır. “Orada kendisine tarafımızdan rahmet sunduğumuz ve katımızdan dolaysız biçimde ilim öğrettiğimiz bir kulumuzu buldular. Musa, ona "Sana öğretilen bilginin birazını bana öğreterek olgunlaşmamı sağlaman amacı ile peşinden gelebilir miyim?" dedi.” (Kehf 65/66)

-Allah-u Teala alimlere soru sorulmasını istemiş ve yayılan haberlerin onlara iletilmesi halinde yanlış anlaşılmaların önleneceğini haber vermiştir. “Senden önceki peygamberlerimiz de kendilerine vahiy indirdiğimiz birer insandı. Eğer bilmiyorsanız, daha önce kendilerine kitap verilenlere sorunuz.” (Nahl 43)

“Onlar güvene ya da korkuya ilişkin bir haber alınca onu hemen yayarlar. Oysa eğer o haberi peygambere ya da başlarındaki kendi yetkililerine götürseler, aralarındaki yorum yapmaya yetenekli olanlar onun mahiyetini anlarlardı. Eğer Allah'ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, küçük bir azınlık dışında hepiniz şeytana uyardınız.” (Nisa 83)

Sünnette ise bu konuya delil sayılamayacak kadar çoktur. Sadece Ebu Derda’nın ilim talebesi hakkında rivayet ettiği hadis olsa, ilmin ve ehlinin şerefini anlatmaya yeterdi. “Kim ilim elde etmek için bir yol tutarsa, Allah ona cennet’e ulaştıracak bir yol tutturur ve onun yolunu kolaylaştırır. Melekler ilim talebesinin önüne geçer kanatlarını sererler. Nitekim âlim kişiye yerde ve gökte kim varsa istiğfar eder, balık dahi suda âlim için istiğfar eder. Âlim’in abid’e olan üstünlüğü ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin varisleridir…” (Ebu Davut-Tirmizi)

İlmin ve âlimlerin eksikliğinin neticelerini, insanların ilim noktasında ki gayretsizliklerini görmek, kendimize çeki düzen vermek adına bu kitaplar mutlaka okunmalıdır. Bunların birçoğu Arapça eserler olduğu için okuyamayanların, hadis kitaplarının ilim ve ilmin fazileti ile ilgili bölümlerini okumalarını tavsiye ederim.[29]

Bu saydıklarımız hak olmakla birlikte, âlimlerin sözü hüccet değildir. Onların sözü sahih bir nakil ve sağlam bir istinbat[30] olduğu zaman hüccet olur. Zaten hüccet olduğu zamanda, hüccet olması müstakil değil, Allah ve Resul’ünün sözüne muvafık oluşundandır.

Ey İnananlar! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz, Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız onun halini Allah'a ve peygambere bırakın. Bu, hayırlı ve netice itibarıyla en güzeldir.(Nisa 59)

Allah bu ayette Allah ve Resul’ü ile birlikte emir sahiplerine itaati emretmiştir. Bazı tefsirlerde buradaki kasıtın âlimler olduğu söylenmiştir. Nitekim ayetin sonu ölçüyü koymuştur. İhtilaf halinde sadece Allah ve Resul’üne sözün geri çevrilmesi lazımdır. Her ne kadar Allah’a ve Resul’üne geri çevirme işlemini yapacak olan yine âlimler olsa da, bunda ölçü sahih olan naslara[31] muhalefet etmemeleridir.

Reddiye sadedinde olduğumuz risalede ise âlimlerin sözü hüccetmiş gibi karşıya sunulmuş, muhalif olanlarda en kötü vasıflar verilerek korkutulmuşlardır. Her ne kadar risalenin sahipleri, bu âlimlere uyanları uyarmayı,  sebep olarak zikretse de bu yeterli değildir. Çünkü konuşulan mesele basit mesele olmadığı gibi, risalenin kendilerinden dolayı yazıldığı toplulukta (bizler)böyle bir iddiada değiliz.

Bu kısım okuyucuya tuhaf gelebilir. Meselenin aslını bilenler, ne kastettiğimizi anlasalar da, meseleden habersiz olan kardeşlerimiz için açıklayalım.

Bahsi geçen risale (reddiye yazdığımız)belli bir ortamda, belli insanlarla karşılaştıktan sonra onlara ve yanlışlarına (sözde) hitaben kaleme alınmıştır. Oysa bizler asla bu âlimlere her konuda muvafık olduğumuzu, olmamız gerektiğini söylemedik. Kastımız risalede yazarın kendinden nakil yaptığı muasır âlimlerdir. Her toplum ve ortam da bu âlimlere olan sevgimizi, onların sebatkâr davet hayatlarına ve cihadlarına hayranlığımızı dile getirip, dua etsek de, onların kitaplarını ders verip okuyup okutsak ta, onlarla olan farklılığımızı beyan edip, hüccet ve bağlayıcı olan nasstır diye her ortamda dile getirdik. Ve bunu burada da tekrar ifade ediyoruz.

Hatta şu örneği vererek olayı açıklamakta fayda vardır.

Daha önce yurt dışında iken oy verenler hakkında tafsilat olduğunu düşünürdüm.

Daha sonra Türkiye’ye sık sık gelip, insanlarla yaşayıp birlikte olunca bunun böyle olmadığını, oy veren insanların; neden, ne sebeple ve kime oy verdiklerini çok daha iyi anladım. Nitekim meselenin tafsilatlandırılmasının[32] gereksiz ve yanlış olduğunu anladım.

Türkiye’ye döndükten sonra ilk davet yaptığım toplu alanda oy verenlerin hükmünü anlattım. Bütün kardeşler de şahittir ki orada şeyh Makdisi’nin ve diğer şeyhlerin görüşlerini ve bu konu da benimsediğim menhecin onlarınkinden farklı olduğumu anlattım.

Yine Türkiye de bazıları ısrarla Şeyh Makdisi’nin umumi sözlerinden yola çıkarak oy verenlere kâfir dediğini yazıp şeyhi karalayınca, benim fikrime muhalif olmasına -daha doğrusu benim şeyhe muhalif olmama- rağmen bunun böyle olmadığını, Suvaka ehline cevap olarak yazdığı risalede tafsilata gittiğini beyan ettim. Aynı şekilde askerlik v.s. meselelerde de durum bundan farkı değildi.

Burada anlatmak istediğim, bizler bu şeyhlere çok değer verip, sevsek de onlara tabi olmanın zorunluluk olduğunu yada sözlerinin ve fetvalarının hüccet olduğunu hiç bir zaman söylemedik, kaldı ki bu şeyhlerin fetvalarıyla amel edilmesinin gerekliğinden bahsedelim.

Tekrar ediyorum: Âlimler hidayet rehberi olsa da hüccet değillerdir. Hüccet Allah ve Resulüdür. Allah kıyamette herkese bu iki asıldan soracak ve ona göre yargılayacaktır. Açın Kur’an-ı bakın! Kıyametle ilgili tüm ayetler de ortak vurgu “Sana ayetlerim gelmedi mi” “Size uyarıcı resul gelmedi mi?” şeklindedir. Allah kimseye “Sana falan gelmedi mi?” “Sen falan âlimi dinledin mi?” diye bir soru yöneltmeyecektir.

Kuranı Kerim’in sapıklıklarından çokça söz ettiği ve Müslümanlar’a örnek gösterdiği ehl-i Kitabı bir düşünelim. Allah Resulu sahih rivayetlerinde bu ümmetin “adım adım onlara tabi olacağını” bizlere bildirmiştir. Nitekim onların sapıtma nedenlerinden biride aşırılıktı. Din adamlarına öyle yetkiler verdiler ki, daha sonra Allah’ın kelamı olan Tevrat’a bakmaz oldular. Öyle bir hal aldı ki, Tevrat bir zümrenin elinde oyuncak gibi oldu. Dilediklerini değiştiriyor, dilediklerini ekliyorlardı. En sonunda, kitapta olmasına ve kitabın da ellerinde olmasına rağmen birçok helali haram, haramı helal yaptılar. Bunun sebebi de hüccet olan kitaptan yüz çevirip, bu yetkiyi din adamlarına vermeleriydi.

Sonuç mu?

“Onlar hahamlarını ve Rahiplerini Allah dışında Rabler edindiler…” (Tevbe 31)

Ben risalenin yazarını da, istidlal[33] yaptığı şeyhleri de, bu zikrettiğim noktada tenzih ederim. Amacım bugün içinde olunan tavrın ne gibi tehlikelere sebep olacağını beyan etmektir…


 

 
 

 

 


2.BÖLÜM

RİSALE İÇİNDEKİ YANLIŞLAR

Mukaddimede de belirttiğimiz gibi bu bölümde baştan sona risalede açıklanan ve şer’an yanlış gördüğümüz noktalara işaret edeceğiz.

Yazar diyor ki: “Özellikle Müslüman gençlerden bir grup bilgisizlikleri ve yüzeyselliklerinden dolayı”… Muvahhit-mücahit âlimleri yanlış anlamışlar ve Türkiye halkını toptan tekfir etmişlerdir. Hâlbuki bu âlimler söz konusu fiillerden bahsettikten sonra, hükümleri muayyene indirirken -açık şekilde göreceğimiz gibi- Müslüman halkın büyük bir kısmını,  küfrü engelleyen mazeret “cehalet”ten dolayı hüccet ikame edilene kadar tekfir etmemişlerdir. Bütün halkı ayrıntı vermeden tekfir edenleri haricilik ve aşırılıkla suçlamışlardır.”

Derim ki:

a.) İlerleyen sayfalarda da göreceksin ki muhalifine en çirkin şeyleri reva gören yazar, aslında yanılmıştır. Yüzeysellik, bilgisizlik vasfının kime mutabık olduğu ilerleyen sayfalarda görülecektir.

b.) Muvahhit-mücahit âlimleri yanlış anlama hususu:

Risalenin birinci bölümünde beyan ettiğimiz gibi bizlerden kimse bu âlimler bizim gibi düşünüyor dememiştir. Bu âlimlerden farklı düşündüğümüzü her ortamda dile getirdik. “Âlimler Hüccetmidir”[34] başlığı altında da bu konuyu açıklamıştık.

c.) Halkı hüccet ikame edilene kadar tekfir etmemişlerdir:

Birinci bölüm -üçüncü başlık altında- hüccetin kitap ve sünnet olduğunu, kime kur’an ve sünnet ulaşmışsa hüccetin ona kaim olmuş olduğunu söylemiştik. Buna dair delilleri de kitap, sünnet ve hem de muteber âlimlerden nakletmiştik. Dördüncü başlıkta ise hüccet (kitap ve sünnet) mevcut olduğu ortamda, kendi ilgisizliğinden cahil kalanlarında kat’i suretle mazur olmadığını beyan etmiştik.

d.) Halkı tekfir edenleri Haricilikle suçlamışlardır:

Bu yazarında ve ayrıca bu konuda istidlal yaptığı bazı şeyhlerinde bariz hatalarındandır. Tağutlar ve onların belam kulları bu şeyhlere harici dediğinde hemen savunmaya geçerler… “Harici insanları büyük günahla tekfir eder, biz sizleri kitap ve sünnetle apaçık küfürle tekfir ediyoruz” derler. Peki, soruyorum; bu gençler, bu halkı içki, kumar, zina, yalan vs. günahlardan dolayımı tekfir ediyorlar ki? Bunlara harici diyoruz. Bu halkın işlediği şeyler mademki küfürdür, o zaman bunun haricilikle ne alakası vardır. Size yapıldığında hoşlanmadıklarınızı, kalemi aldığınızda neden başkalarına yapmaktan çekinmezsiniz?

Hani tekfirin engellerinin birçoğu içtihadiydi? (Risale sayfa 10) Gençler de bu engelleri muteber saymamış bunlara muamele olarak kâfir muamelesi yapmıştır. Size gelince ictihadi oluyor da, bu gençlere gelince mi kat’ileşiyor, en çirkin vasıf olan harici vasfını kullanıyorsunuz.

Bırakın kendinizi kandırmayı, karar verin!

Ya deyin ki; bu halkın yaptıkları küfür seviyesine ulaşmayan günahlardır!

Ya da deyin tekfir engelleri bize gelince içtihadidir ama size gelince değildir! Bence önce sizler insaf ehli olun! Kendinize yapılması hoşunuza gitmeyeni, Müslümanlara yapmayın. Evet, bu fikirler sizlere göre aşırı olabilir, ama aşırılık ayrı bir şeydir. Haricilik ise çok ayrı bir şeydir. Neden yüzeysellik yapıp kavramları birbirine karıştırıyorsunuz. Bu konu ileride geleceği için burada kesiyorum.

Yazar diyor ki: “Türkiye halkını toptan tekfir edenlerin şüphesi, Türkiye’nin durumu farklıdır!...  Bu şüphe onların diğer bölgede ki Müslüman halkı tekfir etmesine engel olmaktadır. Bu şekilde Müslümanların ekseriyetini tekfir etmekten kurtulmuş olurlar. Çünkü Müslümanların ekseriyetini tekfir edenlerin harici olduğunda şüphe yoktur.”[35]

a.) Bu tamamen iftiradır. Kimse Türkiye’nin durumu farklıdır demiyor. Biz bu bölgede yaşıyoruz, bu bölgeyi biliriz ve kendi bölgemiz hakkında konuşuruz. Evet, bu şekliyle bu söz bize aittir. Burada da gayemiz ne kimseye muhalefetten kurtulmak, nede kimsenin gözünü boyamaktır. Kişinin bilgi sahibi olmadığı bir şey hakkında konuşması nehyedilmiştir. Rabbimiz ayeti kerimesinde, Resule(s.a.v) hitaben şöyle demektedir;

“Bilmediğin şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve kalbin ondan sorumludur.” (İsra 36)

Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vessalâm buyurdular ki: "Sakın zanna yer vermeyin. Zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin, haber koklamayın, rekabet etmeyin, hasetleşmeyin, birbirinize buğz etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, ey Allah'ın kulları, Allah'ın emrettiği şekilde kardeş olun.”

“Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona (ihânet etmez), zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkir etmez. Kişiye şer olarak, Müslüman kardeşini tahkir etmesi yeterlidir. Her Müslüman’ın malı, kanı ve ırzı diğer Müslümana haramdır.”(Buhari-Müslim)

Ayrıca şunu da vurgulamak gerekir; bilmediğimiz, görmediğimiz, yaşamadığımız bir belde ve oranın halkı hakkında neden konuşalım ki? Ayrıca bilsek dahi bizi ne ilgilendirir. Biz yaşadığımız ve muamele ettiğimiz yerin insanı hakkında konuşuruz. Bunun sebebi de tekfir değil, muamelelerimizde Rabbimizin isteğine uygun hareket etmektir. Gayemiz ve yaşamımız Allah içindir. En önemli olan şey onun rızasını gözetmektir.

Ben bu güne kadar iki ülke gördüm. İki ülke arasında o kadar çok fark gördüm ki söyleyemeyecek kadar çoktur. Her mesele, her ülke değişiyor. Bu sebepten dolayı bildiğim, gördüğüm, yaşadığım ve anladığım kadarıyla konuşmayı uygun görürüm.

b.) Müslümanların ekserisini tekfir etmekten kurtulmuş olurlar, çünkü Müslümanların ekserisini tekfir edenin harici olduğunda şüphe yoktur.

Yazarın hariciliğe getirdiği bu tanım derin ilminin ve çok kitapları baştan sona bitirdiğinin delilidir. Daha öncede söylediğimiz gibi harici olmak için insanları büyük günahla tekfir etmek gerekir. Haricileri de harici yapan budur. Bu itikatları onların çoğu insanı tekfir etmesine sebep olmuştur. Hâlbuki bugün ki topluma müşrik diyenler apaçık küfürlerinden dolayı böyle söylerler. Her ne kadar haricilerden “NECADAT” denilen grup kendi fırkalarından olanları büyük günahla tekfir etmemişse de bu çok basit bir gruptur. Haricilerin genelinin vasfı sahabeyi tekfirleri (fitneden sonra)ve büyük günahla tekfir etmeleri ve imamlara hurucu caiz görmeleridir. Harici fırkaların arasında basit ihtilaflar vardır.

“Müslümanların çoğunu tekfir etmek hariciliktir.”  Peki, İslam nedir ve Müslüman kimdir? Yani tekfirinden sakınılması gereken Müslüman kimdir?

İbni Kayyım İslam’ı şöyle tarif eder:

“Allah’ın birlenmesi ve ortağı olmayana ibadet etmek Allah’a ve Resul’üne iman edip onun getirdiklerine tabi olmaktır. Bunu yerine getirmeyen insan Müslüman değildir. Muanid (inatçı) kâfir olmasa da cahil kâfirdir.”[36]

Bu halk Allah’ı birlemiş ve tüm ibadetlerini ona hiçbir ortak koşmadan yapmıştır öyle mi?

Bu gençlerde Müslümanları tekfir ettiğinden dolayı haricidir. Küfür işledikleri halde; sayı olarak insanlara kâfir demek haricilikse, şunlara dikkat edin!

"Onların çoğu, Allah'a ortak koşmaksızın O'na inanmazlar." (Yusuf 106)

“Onlar Allah'ın nimetlerini hem bilirler, hem de sonra onları inkâr ederler, onların çoğu kâfirdir.” (Nahl 83)

- Ebu Bekir (r.a) döneminde meydana gelen irtidat olayları; Mekke-Medine ve Ben-i Kays topluluğunun dışında kalan insanlar yalancı peygamberlere tabi olmak, zekattan fasit teville imtina etmek v.b sebeplerden sahabe tarafından tekfir edildiler. Bu insanlar namaz kılan, dini inkâr etmeyen insanlardır. Her biri bir meselede küfür ameli işlemişti. Şimdi sahabe bunların çoğunu tekfir edip, kâfir muamelesi yapmakla haricimi oldular. Çünkü yazarın kabul ettiği görüşe göre, o dönemde yaşayanlar bu topluma nispeten (hem işlemiş oldukları şirklerin sayısı ve hemde şekil olarak) hayli hayli Müslüman olur.

Hem merfu hem de mevkuf olarak gelen bir rivayette;

“Ümmetimden bir grup putlara ibadet edip bir grup da müşriklere katılmadıkça kıyamet kopmaz.” Bunun yanında; “Sen insanların bölük bölük olarak dine gireceğini görürsün.” [37]Ayetini okudu ve ona bölük bölük girdikleri gibi ondan bölük bölük çıkacaklardır.[38] buyurdu.

Hilafet kaldırılıp yerine laiklik ve demokrasi gelince dönemin Şeyhul İslamı Mustafa Sabri Efendi (r.h): Bu devleti tanıyan, itaat eden, ona memurluk yapan ve halkın irtidat halkı olduğuna dair fetva vermiştir. Hepsinin tek tek irtidadı söz konusu olmasa da bunu toplu bir irtidat saymıştır.[39]

Keşke Ebu Seleme eş şami ve o menhec üzere düşünenler, o gün yaşasaydı da Şeyhu’l İslam’a ve “BİDAT-HARİCİ-AŞIRI”(!) fetvalarına itiraz etseydi. Döneminde hayatını İslami mücadele adayan bu Şeyh’te böyle yanlış bir itikat üzere vefat etmemiş olsaydı!

 Mustafa Sabri’nin (r.h) fetvasını almamızın sebebi Şeyhu’l İslam’ı hüccet kabul etmemizden değil, yazarın hüccetlik ölçüsüne göre Şeyhin muasır mücahit alimlerden olmasıdır.                                                                

Yazar diyor ki; Genel olarak kendi indimizden bir şey yazmadık. Zaten bizim gibi cahiller kendi başına bu konuda konuşacak değildir. [40]

Yazarın kendi için seçtiği cehalet vasfı için yorum yapmıyorum. Risaleyi okuyan kardeşler buna karar versinler. Fakat yazar sanki sadece ilim ehline tabi olan ve onların sözünden çıkmayan biridir. Onun için tüm meseleyi muhalefet halinde insanı otomatikman harici zümresine dâhil eden, muasır mücahit âlimlere havale ediyor. Bu aldatmacadan başka bir şey değildir. Yazar aslında bu risalede kendini âlimler üstü saymıştır. Bizim itirazımız buna değil, söylediğiyle yaptığının uyuşmamasınadır. Kitap da sözlerini hüccet diye muhaliflerine sunduğu âlimler, birçok meselede farklı görüşlere sahiptir.  Peki, yazar bu durumda ne yapmalıdır? Hepsinin görüşünü okuyucuya sunmalı ve tercihi okuyucuya bırakmalıdır.

Yazar ne yapmıştır? Kendi kafasına göre tercih ettiği görüşü sunmuş ve doğru oymuş gibi göstermiştir. Bu şekilde sadece âlimlere tabi olan cahillerden mi olmuş, yoksa tercih ehli bir muhakkik mi, onu size bırakıyorum…

 Mesela risalede ismi geçen muasırlardan:

Ebu Muhammed’e[41] göre: büyük şirkte cehalet kesinlikle özür değildir.

 Şeyh Abdulkadir bin Abdülaziz’e göre; ilimden temekkün bulamayanlar için cehalet mazerettir. Fakat bugün önceden İslam beldesi olup, şu anda küfür rejimleriyle yönetilen ülkelerin halklarına cehalet özür değildir.  Çünkü herkes ilimden mütemekkindir.

Ebu Katade el-filistini’ye göre: büyük şirkte dâhil cehalet mazerettir.

Ebu Basir’e göre: cehalet mazerettir. Her ne kadar bazı şartlar çizse de, cehaleti çok geniş tuttuğu kesindir.

Şeyh Ali Hudeyri’ye göre; kesinlikle büyük şirkte mazeret yoktur ve kabul edilmez. Bu konuda insanların şeyhin İbni Teymiyye, İbni Kayyım ve Necd ulemasını yanlış anladığına dair özel bir kitabı vardır.

 Şimdi yazar cehalet bölümünün ilk sayfasında (38) Şeyh Abdulkadir’den nakille büyük şirkte dahil cehaletin özür olacağını tercih etmiş ayrıca hemen Şeyh Ebu Basir’den yaptığı iki nakille de bunu teyit etmiştir. Risalenin hemen her sayfasında ismi geçen Şeyh Makdisi ise “bazı ilim ehli” şeklinde zikredilmiştir. Aynı şeyi risalenin ilerleyen sayfalarında yapmış, Şeyh Abdulkadir’in görüşünü Şeyh Yahya Ebu Libbi’nin görüşüyle mercuh[42] kılmıştır. Peki, bizde risalenin girişinde yazarın şeyhlerden aktardığı görüşlerin zıddına görüş aktardık. Şimdi nasıl olacak “Benim şeyhim senin şeyhini döver.” mi diyeceğiz? “Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, ihtilaf ettiğiniz şeyleri Allah’a ve Rasülüne götürünüz. Bu hem daha hayırlı hem de sonuç itibariyle daha güzeldir” (Nisa 59)

 “Herhangi bir şeyde ihtilafa düşerseniz onun hakkında hüküm vermek Allah’a aittir” (Şura 10)

Keşke yazar bu cehdini şeyhlerin sözleri arasında mekik dokumak yerine,  herkesin mükellef olduğu nassların fehmi ve idraki noktasında harcasaydı. Aslında yazarın sıkıntısı “bir grup insan bu şeyhlerin ismini kullanıp fikirlerini yayıyor” vehmidir. Emin ol ki şeyhleri sevip okumak ayrı bir şeydir, onları hüccet görüp insanlara sunmak apayrı bir şey. Evet, Türkiye’ de birkaç zevat bu yanlışı yapsa da, onlar kimsenin kâle almadığı şirzimedir.[43]

  Risalede “TEKFİR ETMEME MESELESİ” (3-6) başlığı altında, yazar “Kâfiri, tekfir etmeyen kâfirdir “ kaidesini, bunun yanlış anlaşıldığını ve alanının genişletildiğini açıklar.

Başlangıç olarak diyorum ki; yazarın söylediğine katılıyoruz, çıkardığı sonuç ve neticelerde ise bazı yanlışlıkların olduğunu söylüyoruz.

Yukarıda geçen kaide, yazarında belirttiği gibi selef ulemasının kullanımında mevcuttur. Fakat kullanım alanı ve genişliği ise kesinlikle tevhidi kardeşlerimizin anladığı gibi değildir. Türkiye de tevhidi cemaatlerin çoğunun arasında ki temel sorunda bu kaidedir. Hepsi şirkin her türlüsünden beri olup, bu uğurda bedel ödemesine rağmen A şahsının veya b şahsının tekfiri konuşunda anlaşamamaktadırlar.  Yazarında belirttiği gibi, Şeyh Ebu Muhammed risale selasiniyye’de bu kaideyi ve kullanımını getirmiş ve âlimlerin muradını yine âlimlerin söz ve fiilleri ile beyan etmiştir.

Hem delaleti ve hem de subuti kat’i[44] olan nasla Allah c.c birine kâfir demişse, buna kâfir demeyen nassı yalanladığından kâfir olmuş olur.

Bu kaideyi kullanan çoğu kardeşin maalesef ellerinde kaide ye sınır çizecek bir yolları yoktur. Şu misal yerinde olacaktır;

Mescidimizde, bir akşam vakti bir kardeş bizi ziyaret etti. Dersten sonra bu kaideyi ve bu ülkenin Tağutuna kâfir demeyen muayyen birkaç şahsı sordu. Ben ona izah etmeye çalışırken, yine yeni gelmiş bir kardeş söz aldı ve bu konuda Kadı İyaz’ın fetvası olduğunu anlatmaya başladı. Peki dedim! Kaça kadar tekfir edeceğiz. Üç ’e kadar dedi. Neye dayanarak üç dedim, vefat etmiş bir hocanın fetvasını aktardı. Soruyu ilk soran arkadaş lafa girdi. Başı neyse sonu da odur dedi. Bir milyon kişi olsa yine tekfir ederim.

Bu meseleyi bir mecliste, ilim ehli ve dava adamı olan arkadaşlara açtım. Bunun ciddi bir sıkıntı olduğunu, bugünkü kullanım şekliyle de delilinin olmadığını söyledim. Kardeşlerden birisi yurtdışında yaşayan âlimlerden (Arap olduğunu tahmin ediyorum) ikiye kadar tekfir yapılacağını ondan sonra durulacağını söyledi. O kardeşe de bunun dayanağı nedir dedim. Ve geçen gece olan olayı anlatarak ekledim:

Hepimiz mevzu bahis konuda hem fikiriz ve o şirkten beriyiz. Tağuta kâfir demeyene kâfir demeyen konusunu konuşalım. Farz edelim ben birde duruyorum. İki diyen arkadaşın beni tekfir etmesi, üç diyen arkadaşın ikimizi tekfir etmesi, başı neyse sonu odur diyenin hepimizi tekfir etmesi lazım. Nitekim herkes ölçüsünde delilsiz bir âlimin fetvasına dayanmış oldu. O kardeşlerde bu noktada tasdik ettiler. Ve konu detaylı araştırma ve inceleme için kapatıldı.

Bu örnek sanırım konuyu aydınlatacaktır. Bu kaidenin bir sınırı yoktur. Önü açıktır. Şer’i bir kural olma özelliği yoktur. Ancak âlimlerin dediği gibi subuti kat-i ve delaleti kat-i nassların tekfir ettiğine kâfir demeyen kâfir olmuş olur. Ve buda daha ileriye götürülmez. Ancak delil ve burhan olursa o ayrı.

Şeyh Ebu Muhammed Risale selasiniyye de 11. hatada bu meseleyi yeterince açıkladığı için, sözü uzatmıyor oraya havale ediyoruz.

Yazar “Müslümanı tekfir etme tehlikesi…..” diye başlık atmış ve “Şeyh Ebu Basir’in cehalet mazereti kitabından alıntı yaparak dört madde halinde açıklamıştır.”(4-5)

a.) Çizilen tablo da sanki asr-ı saadette yaşıyoruz. Herkes şirkten teberri etmiş, Allah’a teslim olmuş, bir grup insanda bunları eğlence olsun diye tekfir ediyor.

Daha önceki sayfalar da zikrettiğimiz gibi bu toplum Allah’ın şirk dediği ve kitabında apaçık ortaya koyduğu her türlü şirki işleyen bir toplumdur.

b.) Müslüman’a kâfir demenin onun haklarını ihlal, nebevi emre muhalefet gibi zararları vardır da; Allah’ın şirk dediği her şeyi işleyen müşriklere, kâfir dememenin hiç mi zararı yoktur?

c.) Allah’ın şer’i ve kevni iradesine aykırı davranmaktır!

Allah c.c insanları yaratmış ve onları kâfir ve Müslüman diye ayırmıştır:

“Sizi yaratan Allah'tır. Bununla beraber kiminiz kâfirdir, kiminiz mü'min. Allah yaptıklarınızı görmektedir.” (Tegabun 2)

Kâfirin, tekfir edilmemesi Allah’ın bu ayırımına muhalefettir.

d.) Allah c.c dünya da iyiyle kötünün ayrılmasını istemiştir. Bunu da hayatın tüm alanlarında gerçekleştirecektir.

“Ta ki, Allah murdarı temizde ayırt etsin ve murdarları üst üste koyup hep bir araya yığarak cehenneme atsın. İşte bunlar hüsrana uğrayanlardır.” (Enfal 37)

“Allah müminleri, şimdi içinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir, pis olanı temiz olandan ayıracaktır. Ayrıca Allah sizi, kaybın bilgisine de erdirecek değildir. Fakat Allah bunun için peygamberlerinden dilediğini seçer. O halde Allah'a ve O'nun peygamberlerine inanınız. Eğer iman eder ve günahlardan sakınırsanız size büyük bir ödül vardır.” (Ali İmran 179)

“De ki; "Murdar"ın çokluğu (yaygınlığı) senin beğenini kazanmış olsa da, murdar ile temiz- (aslında) bir değildir. Buna göre ey sağduyulu kimseler, Allah'tan korkunuz ki, kurtuluşa eresiniz.” ( Maide 100)

Nitekim kâfiri tekfir etmemek iyi ile kötünün birbirine karışmasına sebep olmuştur.

e.) Allah kâfirle Mümin’in dünyalık tüm hükümlerini ayırmıştır.

Giyim, kuşam, nikâh, miras, yiyecek v.b hayatın her alanında bariz olarak ayrılan hükümler vardır. Kâfiri, tekfir etmemek bu hükümlerin Allah’ın muradının hilafına gerçekleşmesine sebep olacaktır.

f.) Yeryüzünde fesada sebep olur.

Allah c.c kâfirlerin dostluğunu kat’i suretle yasaklamıştır. Onları tekfir etmeyen, onlara Müslüman muamelesi yapacak ve arada dostluk oluşacaktır.

“Kâfirler birbirlerinin yandaşları, koruyucularıdırlar. Eğer aranızda bu sıkı dayanışmayı gerçekleştirmezseniz, yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşa çıkar.” (Enfal 73)

g.) Allah kâfirlerin akıbetiyle Müslümanların akıbetini ayırmıştır. Kıyamette Mümin’ler cennete, şirk ehli ise cehenneme girecektir.

Daha sayabileceğimiz başka zararları da vardır. Anlatmak istediğimiz ise nasıl ki bir Müslüman’ı haksız yere tekfir etmek suç ve kabahattir. Allah’ın şirk dediği her fiili rahatlıkla işleyen bir toplumu tekfir etmemekte kabahattir. Yaşadığımız şirk ve cahiliye toplumuna asr-ı saadet nesli ve en yakın hayırlı nesil muamelesi yapmak ise ne şeraitin kabulenebileceği ne de aklın alacağı bir iştir.

Aslında İslam sabit olan muvahhidin tekfiri elbette zordur. En küçük ihtimal dahi durmayı ve düşünmeyi gerektirir. Fakat bu manada kitaplarda yer alan âlimlerin sözlerini alıp şirk ve cehalet taifesine uygulamakta ayrı bir sıkıntıdır.

Bu anlamda İmam Gazali’den yapılan nakil ve onun uygulaması beraber düşünülürse bu sözü kimler hakkında söylediği daha net anlaşılır. Aynı şekilde Feteva-ı Hindiyye’den müşriklerin bayram yerine, âdeti olmadığı halde çıkan, müşriklerin bayramında âdeti olmadığı halde yumurta veren hakkında ki fetvalar okunsa, tekfirde ihtiyat sözünün kimler hakkında olduğu netleşecektir. Yeter ki taassup olmasın.

Yine yazara Gazali’nin batiniler ve felsefeciler hakkında söylediklerini okumasını tavsiye ederiz.

Yazar “hariciler hakkında varid[45] olan hadisler” ve “Müslümanları tekfir eden haricilerin hükmü” bölümün de önce hariciler hakkında varid olan hadisleri zikreder sonra ulemanın haricilerin kâfir olup olmadığı hakkında ihtilaflarını sunar. Cumhuru ulema haricilerin tevil ehli olduğunu kabul etmiş onları tekfir etmemiştir. Hadis ehlinden bir kısım âlimler ise hadislerde ki “dinden çıkarlar” ibaresi ve başka vecihlerle haricilerin kâfir olduklarını söylerler. Yazar bu manada kaynaklarla açıklama yapar.(6-8)

a.)    Yazarın hariciler bahsini burada açması okuyucuyu aldatma ve fikir terörizmi yapmaktan başka bir şey değildir. Bu toplumu Müslüman kabul etmeyen bu noktada yazar ve muasır âlimlere muhalif olanın harici, aşırı, yüzeysel ve cahil oldukları risalede çokça tekrar edilir. Bu şekilde açık nasslara muhalefet meşrulaşmış olur. Daha öncede söylediğimiz gibi bunlar önemsiz ve aldanılmaması gereken ayak oyunlarıdır. Bu toplumun tamamına yakınının şirk vecihlerini öncede zikrettik. Eğer birileri çıkıp bu toplumu içkisi, kumarı v.s günahlarından dolayı tekfir etmiş olsaydı, bu bölümü açmanın anlamı olurdu.

b.)    Yazar haricilerle ilgili hadisleri aktarırken ikinci hadis olarak Ebu Said el-hudrinin rivayet ettiği “… Onlar putperestleri bırakır, İslam ehlini öldürürler” hadisini zikreder.

Şimdi soruyorum bu putperest müşrikleri tekfir eden bizler mi? Yoksa onlara her türlü özürü bulup, dilini bizlere dolayan sizler mi haricilerin vasfına daha layıksınız? İNSAF…

c.) Yazar bu bölümde ulemanın haricileri tekfiri ve tekfir etmemesini aktarmıştır. Kastı da şudur: Allah’ın kitabında şirk dediği her ameli yapanlara müşrik diyenler, bakın dikkat edin bu iş o kadar tehlikelidir ki bazıları haricilere kâfir dahi demiştir.

Bende derim ki: Eğer bizler sahabeyi tekfir etmiş olsak (Allah’a sığınırız) veya insanları büyük günahlarla tekfir etmiş olsak (Allah’a sığınırız) bu bölümden istifade eder, tevbe ederdik.

Peki, bu âlimler sahabeyi tekfir eden haricilerin tekfirinde ihtilaf ettiler, tekfir etmeyenler, tekfir edenlere siz harici, aşırı,  cahilsiniz mi dediler? Peki, biz insanları şirkle tekfir ederken sen neden bize harici diyorsun? Nakledilen şeyleri anlamadan, ıtlak etmek bu olsa gerektir. Başkalarını korkutayım derken, birazda kendinize çeki düzen verseniz nede iyi olurdu.

Yine haricilerin en bariz vasıflarından biri, kendilerine muhalif kabul etmezler. Her meselede tek doğru onlardır ve herkes onların yanında olmalıdır. Acaba bu vasıf kime uyuyor? Yine sadedinde olduğumuz şirk ehlini bırakıp İslam ehliyle uğraşma vasfı acaba kime uyuyor?

Bizi ve davetimizi tanıyan herkes bilir ki, bu şeyhlerle muhalif olduğumuz tüm noktaları beyan etmemize rağmen, bir gün dilimizi onlara uzatmadık. Sadece vechi hatayı beyan edip onları hep hayırla andık. Rabbimden dileğim sen ve senin gibi dilini en çirkin vasıflarla muvahhitlere uzatanları ıslah etmesidir.

Yazar “Kâfiri Tekfir etmeyen kâfir midir ?” bu başlık altında sayfa 9 – 16 arasında çok ilginç tespitler yapar.

Bunlara tek tek cevap verelim:

a.)    Yazar 9 -16 arasında iki üç yerde “şüphesiz Allah üçün üçüdür diyenler kâfir olmuşlardır” ayetine dayanarak: Yahudi ve Hıristiyanlara kâfir demeyen kâfir olur. Bunun sebebi ayetin delaletinin kat’i olmasıdır. Allah böyle söyleyenlere kâfir demiştir. Yahudi ve hristiyanlara kafir demeyen de Allah’ı yalanlamış olur. Bunu da destekleyen nakilleri Ebu Basir ve Ebu Muhammed’ten alıntılarla yapar.

Şimdi soruyorum; bu ayetlerin subuti ve delaleti kat-idir de ( teslis[46] inancına küfür diyen ayetler) şu ayetlerin ki zanni midir?

“Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.”(Maide 44)

“O Allah hükmünde hiç kimseyi ortak kullanmaz.” (Kehf 26)

“Yoksa Allah’ın izin vermediği konularda onlara kanunlar yapan ortaklar mı vardır. “ (Şura 21)     

“Haram aylarda oynama küfürde ziyadeliktir“ (Tevbe 37)

“Onlar Allah’ın dışında hahamlarını rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler” (Tevbe 31)

Ayrıca bu ayetler hakkında Resulullah’dan (s.a.v.)gelen tefsirler…

Bu ayetlerle, Hıristiyanlar hakkında varid olan ayetleri karşılaştırdığımızda şunları göreceğiz:

-Maide 72 ve 73. ayetlerin subuti kat’i olduğu gibi, bu ayetlerinde subuti kat’idir. Çünkü ayrımsız hepsi Kuran-ı Ker’im’in ayetleridir.

-Maide 72 ve 73. ayetlerin delaleti nasıl kat’iyse, bu ayetlerinde delaleti kat’idir. Maide 72 ve 73 ibare-i nasstır. Yani anlaşılsın diye sunulmuştur. İbare-i nassın veya cumhurun yanındaki ismiyle mantuk-u sarihin en üst seviyesi olan “asaleten”dir. [47]

Yukarıda verdiğimiz ayetlerden Kehf 26 dışında 4 ayet içinde aynı şey geçerlidir. Hem lafız o manaya delalet etsin diye serdedilmiş ve ayrıca direkt anlaşıldığından asaletendir. Kehf 26. ayetin delaleti ise ibare değil işarettir. Nass o mana anlaşılsın diye direkt serd edilmese de o mana lafzın kendinden çok açık anlaşılır.

Madem hem sübut yönünden hem delalet yönünden ayetler aynı mertebededir. Pekâlâ, neden Hıristiyan ve Yahudilere kâfir demeyen kâfir oluyor da, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyen, Allah’ın kanunlarını değiştiren, kendisini ve meclisini yasamada Allah’a ortak tayin edenleri tekfir etmeyenler kâfir olmuyor. Hangi delille ayırdın bu ikisinin arasını?

Bu işleri yapanlar (bu ülkede) ne seçim afişlerine çözüm islam yazıyorlar, ne anayasalarında “şeriat teşri kaynağıdır” [48]yazar. Nede biz Müslüman’ız diyorlar. Açıktan bunu demokrasi, laiklik, adına yaptıklarını, İslam’ın ilkel bir medeniyet kalıntısı olduğunu ilan ediyorlar. Bunun yanında hilafetin yıkılıp bu sisteme giriş gününü de ulusal bayram ilan etmişlerdir. Bir televizyon kanalını buna tahsis etmişlerdir (parlamento yayını yapan) ve ilkokuldan bu yana da bunlar halka daima anlatılmaktadır. Daha ötesi ulusal bayram günü haftası Cuma hutbelerinde, bugün tekrar hatırlatılıyor, hilafetin (yani gericiliğin) gidip; cumhuriyetin (yani medeniyetin) gelişine hep beraber hamd ve sena ediyorlar.

Gerçi bu saydıklarımız olmasa bile bu toplum kâfirdir. Bunu zikretmemin sebebi, yazarın sürekli, bunlar parlamento hakikatini bilmiyor, bunlar yöneticilerin “çözüm İslamdır afişlerine” kanıyor mealinde nakiller yapmasıdır. Bizim bu ülkede böyle şeyler yok![49] Herkes küfrünü açıktan işlediği gibi sık aralıklarla halka hatırlatıyor da…

Eğer yazar İslam adına çıkan partiler var sizin ülkeniz de derse. Biz de deriz ki, sen sürekli hüküm zahire göre verilir diyorsun, bu partilerin ve yöneticilerinin bir gün İslam dediğini duydun mu? İslam adına ortaya çıkanlar bile kraldan daha kralcı en laik partiden daha çok laik ve demokrasi naraları atarlar.

Tekrar söylüyorum, bunlar bizim yanımızda ne şüphe ne de tevil sınıfına girmez. Sadece yazarın gözünü açmaya çalışıyorum, vesselam.

b.) Yazar “Kâfirin şahsını tekfir etmeyenle, kâfirin fiilinin küfür olduğunu kabul etmeyen arasında fark vardır. Yani küfrü mutlak ile küfrü muayyen arasında fark vardır”  (10) der. Ayrıca sayfa 11’de de Ali Hudayr’den şu nakli yapar: “Hükmün bilinmemesi ile vakıanın bilinmemesi arasında fark vardır. Kâfiri tekfir etmeyen ile küfür eylemine küfür hükmü vermeyen arasında fark vardır. Örneğin; Allah’tan başkasına secde eden ve Allah’tan başkasına kurban kesen kâfirdir. Kim Allah’tan başkasına kurban kesmek küfür değil derse o da kâfir olur. Sebebi ise hükmün cehaletidir.”

Şimdi bizim yaşadığımız insanlar bunların yaptığına (yöneticilerin ve askerlerin) küfür diyor da, şahıslara kâfir demiyor öyle mi? Yani hükmü biliyorlar da hali bilmiyorlar. İnsanlar bu işlenen açık küfürlerin küfür olduğunu bilse iştirak ederler miydi? Bu toplumda bu yapılanların küfür olduğunu bilen veya idrak eden insan sayısı çok azdır. Belli cemaat mensupları hariç kimse bilmez. Bu insanlar Allah’ın hücceti olan kitaptan yaban eşekleri gibi kaçtıkları için, bilmeleri de mümkün değildir. Kuranı çok okuma! Çok okuyanlar deliriyor diyen, Mekke müşriklerinin sözlerini kılıflayıp uygulayan bu insanlar nasıl bilecekler ki.

Ayrıca yazarın bu nakli ve sözüyle sayfa 14’teki şu sözünü bir karşılaştırın: “Şeriatı değiştirme konusuna gelince, bu zamanın mürcielerinin sözüne göre amel edip, kalbi inkar olmadan şeriat değiştirme eylemini dinden çıkaran bir eylem görmeyen kişi tekfir edilmez” diyordu burada ise başkasına kurban kesmenin küfür olduğunu ve hatta buna küfür demeyenin dahi kâfir olduğunu söylüyor.

Allah’tan başkasına secde, ondan başkasına kurban kesme küfür değil diyen kâfir oluyor da; delaleti daha kat’i olan şeriat değiştirme, küfür değil diyen nasıl kâfir olmuyor?

Yazarın bu sözü üzerinde biraz durmak faydalı olacaktır. Bu söz, yani kalbi inkâr olmadan küfür sözü insanı küfre sokmaz[50] sözü özür müdür?

- Bu söz bu risalede varid olmuş en necis sözdür. Şayet bu sözü Marmara’ya atsanız, Marmara’yı necis kılar.

- Bu söz küfre kapı aralar ve küfre özür kılar. Allah’ın şeriatını değiştiren tüm tağutlar bu sözü kendilerine kılıf yaparlar. Biz inkâr etmiyoruz şeriatı, biz helal görmüyoruz yaptığımızı derler. Eğer mezhebin lazımı mezhep olmuş olsaydı YAZAR BU SÖZÜYLE KÂFİR OLURDU. Biz biliyoruz ki yazar bunu meşru görmeyen ve yapanları da tekfir edenlerdendir. Ve bu sözün lazımını asla iltizam etmez. Ya da meramını anlatamadı herhalde diyerek hüsnü zan yapalım!

Yazarın insanın küfre girmesine engel saydığı özrü; şer’an inceleyelim!

- Allah c.c. Kur’an-ı Kerim’de insanları kalplerindeki inkara bakmadan yaptıkları ve söyledikleri söz ve fiillerle tekfir etmiştir.

“Eğer onlara soracak olursan, `Biz lafa daldık aramızda eğleniyorduk derler. ' De ki; "Allah ile, Allah'ın ayetleri ile ve Peygamber ile mi alay ediyordunuz?" “Uydurma bahaneler ileri sürmeyiniz. İman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Bir kısmınızı affetsek bile, ağır suçlu olduklarından dolayı diğer kısmınızı azaba çarptıracağız. (Tevbe 65-66)”

“Onlar söylemediler diye Allah adına yemin ederler, ama o küfür sözünü söylediler. Müslüman olduktan sonra kâfir oldular. Yapamadıkları bir işe yeltendiler. Bu yolla öç almaya kalkışmalarının tek sebebi Allah'ın lütfu ile Allah'ın ve Peygamber'in kendilerini zengin etmiş olmalarıdır. Eğer tevbe ederlerse kendileri için iyi olur, Eğer sırt çevirirlerse, Allah onları hem dünyada, hem de ahirette acıklı bir azaba uğratır. Dünyada onlara ne bir dost ve ne de bir yardım edici bulunur.” (Tevbe 74)

“Allah, Meryemoğlu Mesih'(İsa)dır" diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Oysa Mesih demişti ki; "Ey israiloğulları, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz. Kim Allah'a ortak koşarsa Allah ona cenneti kesinlikle haram etmiştir, onun varacağı yer cehennemdir, zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur. "Allah üçün üçüncüsüdür" diyenler de kesinlikle kâfir olmuşlardır. Tek Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Eğer onlar bu dediklerinden vazgeçmezler ise onların içinde kâfirlerin başlarına acıklı bir azap gelecektir.”  (Maide72-73)

Dikkat edilirse Allah c.c. bu ayetlerde sözün kendisiyle tekfir etmiştir. Hüküm ve teşri ayetleri de aynen[51] böyledir. O fiili işleyen, şeriatı değiştiren veya şeraitla hükmetmeyen o fiilin kendisiyle kâfirdir. Kimde kalbi inkârı şart koşarsa şüphesiz Allah’ın şart koşmadığını şart koşmuş olur.

- Bu söz gulatı mürcie (aşırılar)’ın sözüdür. Bakın selef onlar ve sözleri hakkında ne demiştir! 

İmam Humeydi: Bana haber verildi ki insanlardan bazısı şöyle diyor: “Kim namazı, haccı, orucu, zekâtı kabul eder ve bunlardan hiçbirini yapmazsa, ölene kadar kıbleye ters namaz kılarsa, bunları ikrar edip kalben inkâr etmedikçe kamil imana sahip bir mümindir” Dedim ki (İmam Humeydi) bu açık küfürdür ve Allah’a, Rasulüne, islam ulemasının hilafınadır. Allah: “Onlar sadece dini Allah’a has kılarak ibadet etmekle emrolundular” buyurur. İmam Ahmet bu söz için; kim bu sözü söylerse kâfir olmuş, Allah’ın emrini, rasulünü ve resulün Allah’tan getirdiğini red etmiştir. (Feteva 7/205-209)

- Yazar risalenin ilerleyen sayfalarında şöyle bir bölüm açar “KÜFÜR ÇEŞİDİ VE KÜFÜR SEBEBİ ARASINDA FARK” (16)

Küfür sebebi kendisiyle hüküm olunması gereken küfür söz ve fiilleridir.

Küfür çeşidi; insanların, küfür sözü ve fiilini yapmasına neden olan şeylerdir. Tekzip gibi, İNKÂR GİBİ. Küfür hükmü verirken çeşitlere değil sebeplere bakılır. Yazar bu konuda Şeyh Abdülkadir, ebu Katade ve Makdisi’den nakiller yapmıştır ve insanların bunu karıştırdığını söylemiştir.

Şimdi yazarın reddiye verdiğimiz sözünü ve risalesinde, insanların karıştırıyor dediği şu bölümü okuyun. Acaba insanlar mı karıştırıyor meseleyi yoksa yazar mı? Hani küfür çeşidinin yani İNKÂR vs. hüküm vermede etkisi yoktu.

Sözde Hariciler, insanlara müessir fiillerle değil de küfrün çeşitleriyle hüküm ederken karıştırıyor da, sen ve benzerlerin, insanları çeşitle mazur görürken karıştırmıyor musunuz? Dünyalık hükümde çeşitlerin etkisi yoksa bu hem olumlu hem de olumsuz yönde böyle olmalıdır.

Yazar diyor ki; özellikle muayyen hakkında hüküm verirken tekfirin şartlarına ve manilerine bakmak şarttır.

Bu ibare kitabın birçok yerinde geçer. Muasır âlimlerden de yazar alıntılar yapar.

Bu haktır, fakat kullanım alanında sorun vardır.[52]

Şeriat mümteni ve makdur aleyhi olan insanı ayırmıştır.

Mümteni: a.) İslam şeriatıyla cüz’i ve külli olarak imtina eden,

b.) Müslüman’ların yargılaması mümkün olmayanlardır.

Makdur Aleyhi: Müslümanların sultası altında olan, dilediklerinde yargılayıp had ikame edebilecekleri insandır.

Şeriat bu iki grubu birbirinden ayırmıştır. Makdur aleyhi olan insanda tekfirin şart ve engellerine bakılmalıdır. Mumten’i olan insan da ise tekfirin şart ve engellerine bakılmaz. Üzerinde olduğu hal ile muamele görür. Velev ki hakkında bir engel olsa da. Çünkü, insan gücünün yettiğini yapmakla sorumludur. Bu insanı yargılama, –istitabe- tekfirin şart ve engellerini tahakkuk mümkün değildir.

Mümten’i olan (bizim konumuzu ilgilendiren yukarıda geçen b şıkkıdır.) Müslümanların kabdasın[53] da olmayandır. Müslümanların kendilerini yargılayamadıklarıdır.

Burada ki meselede yazarın fahiş bir hatası vardır. Gerek Şeyhul İslam İbn-i Teymiye’nin gerekse İmam Maverdi gibi  âlimlerin yazdıklarını aktaranlar belirteceğimiz konuda hataya düşerler.

Bu imamlar, mümteni insanı zikrettikten sonra şöyle der;

Bu kişinin küfür işledikten sonra ya darul harbe kaçması, oraya iltihak etmesi yada kendilerinin kuvvet sahibi olup Müslümanlardan imtina etmeleridir.[54]

Burada karıştırılan, bu âlimler tasvir ettikleri bu kısımlarla, mümteni olanı mı tarif ediyorlar. Yani mümteni budur başkası mümteni olamaz mı diyorlar? Yoksa tarif ettikleri bir şeyi örneklendiriyorlar veya tasvir mi ediyorlar? İnsanlar bu noktayı karıştırdıkları için bu sayılan iki sınıf haricinde kimse mümteni olmaz diyorlar. Oysa o âlimler olayı Müslümanların yargı imkânı olmamasına bağlamış daha sonra da bunu örneklendirmişlerdir.

İbn-i Teymiye : “Maktur aleyhi: Beyyine ve ikrarla sabit olduktan sonra onlara had uygulama imkanı olması ve Müslümanların kabdasında(sultalarında) olmasıdır.(Şarim 507)” şeklin de açıklamıştır.

Bu noktanın anlaşılması çok önemlidir. Müslümanların had ikame edemediği veya Müslümanların kabdasında olmayan, yargılayamayacakları insan mümtenidir. O âlimlerin yaşadığı dönemi düşünün. Ya İslam devleti vardır ya da küfür devleti. İslam devletinde olup ta suç işleyen bir insan ya oradan kaçacaktır veya bir grubun arkasına sığınacaktır. Aksi halde yargı merkezi (KADI) onu yargılayacaktır. Başka bir şeyin olması da düşünülmez. Bugün ise durum değişmiştir. Kaçmasa da, kendi kuvveti olmasa da kişi muvahhitlerin kabdasında değildir.

c.) Bu tafsilatı anlattıktan sonra, bugün bu toplum mümteni midir? Yoksa makdur aleyhi midir?

Yani siz şer-i bir yargılama ile insanları yargılayacak ve onlarda tekfirin şart ve manilerini arayacaksınız? Öylemi! Belki tanıdığınız insanlara bunu yapabilirsiniz! Ama bunun genele yayılması mümkün değildir.

d.) Yazar ve bu konu hakkında yazanlar; Tağutların askerlerine kâfir muamelesi yapılır. Nitekim onlar mümteni’dir, derler.

Yazarın bu konuda Şeyh Eymen Ez Zevahiri’den yaptığı şu nakil konuyu aydınlatacaktır.

Ordular kâfir hükümeti destekleyen riddet[55] taifesidir. Biz onlara muamele ederken fertler olarak değil, taife olarak muamele ederiz. Tağutlara yardım eden riddet taifesinde şer’i mazereti olanların olması mümkündür. Biz riddet taifesinin fertlerinin durumunu takiple ilgilenmiyoruz. Taife olarak hükmünü bilmek bizi ilgilendirir. Bu muazzam şer’i bir asıldır. Müslümanların cihadı ve savaşı bu asılla amel etmektir.” (sayfa 32)

Bizde diyoruz ki: Bu insanlar (toplum) Allah’ın açık şirk dediği her şeyi işleyen topluluktur. Ve bunları yargılayıp küfür şart ve manilerini tahakkuk mümkün değildir. Biz bunlara toplu olarak bu gözle bakarız. Ama tanıdığımız, şer’i yargılamadan imtina etmemiş tevhid ehli ise her zaman söylediklerimizi söyleriz. Tekfirin şart ve manilerine bakmadan asla tekfir etmeyiz. Ve bunu da her birimiz değil, ehil olan ilim adamlarımız yapar.

Yine tekrarlıyoruz ki; Bu toplumda şer’i mazeretleri olan olabilir. Biz bunu bilemeyiz. Allah’a havale ederiz. Toplum fertlerine İslam alameti görmedikçe yaygın olan halleriyle muamele ederiz.[56]

Bunu söylerken zan ile değil, yakin ve nerdeyse istisnası olmayan vakıaya dayanarak söylüyoruz. Bu kısım ilk başlıklar da açıklandığı için uzatmıyorum burada kesiyorum.[57]

Yazar: Şeyh Makdisi’den şöyle aktarıyor; bazı kardeşler bana şu şekilde itiraz ettiler. Mücmel imana haiz olan söz konusu avamlar, yani İslam’ın rükünlerini yerine getirip  tağuta ibadetten ve yardımdan sakınan avamların  çoğu iktidar tağutlarını tekfir etmiyorlar…[58]

Bütün bunlara rağmen tevhid ehliyle bu gibi kimseler arasındaki ihtilaf tağutlara iman – küfür ismini vermek babında kaldıkları sürece biz onları tekfir etmeyiz. Ancak bizim onlarla olan ihtilafımız tevhid ve şirk konularına taşındığında, yani; onların tağutları tekfir etmemeleri, tağutları dost edinmelerine, onlara ibadet etmelerine, kanun koymada onlara yardım etmelerine sebep olursa bu bidat onları küfre ulaştırmış olur…(12)

Şeyh Makdisi devamında: velhasıl “Tağutu tekfir etmeyen onu inkâr etmemiştir” Sözünü söyleyen dikkatli olmamıştır. Çünkü tağuta küfretmek, tağutun ulûhiyetinden beri olmayı, ibadetinden sakınmayı, teşri konusunda ona itaat etmekten yüz çevirmeyi, reddetmeyi içerir. Dolayısıyla bir şüpheden tağutu tekfir etmeyen, ama bunları (saydıklarımızı) hepsini gerçekleştiren kişi sapık mürciede olsa tağuta küfretmiştir.(13)

Yazar devam ediyor: Sözlükte keffara ve kafara arasında fark vardır. Birisi inkâr etmek, kabul etmemek, ret etmek, dost edinmemek, ondan beri olmak, ona buğz etmektir. (Dedim, ayette geçende budur)… keffare ise: muayyen birinin dinden çıktığına ve küfre girdiğine hüküm vermektir…

Bundan dolayı bu iki kelimenin manasını birbirine karıştırmak hayret bir şeydir. Lakin ilmin büyük meselelerinde iki günlük civciv konuştuğu zaman ancak bu kadar ilim çıkar.(13)

Bu bölümde dikkat et kardeşim, yazarın benimsediği tanımları ve birde halkını düşün, düşün ki civciv konumuna düşmeyesin.

a.) Daha önce geçtiği gibi Allah c.c. yasa koyanı, kanun yapanı tekfir etmiştir. Nasıl delaleti ve subuti kati olan “Allah üçün üçüdür diyenler şüphesiz kâfir olurlar.” Ayetine dayanarak, Hıristiyanlara kâfir demeyenlere kâfir diyorsa aynı şekilde Allah’ın birden çok ayetinde kâfir dediği tağuta kâfir demeyene de kâfir demen gerekir. Kafir olmalarının sebebi, tağutu inkârdan ziyade, Allah c.c. delaleti ve subuti kati ayetini inkâr etmiş olmalarıdır.

b.) Şeyh Makdisi’den yaptığı nakil ve yazarın anlatmaya çalıştığı meseleye bir bakalım. Sonrada eleştiri oklarını yönelttiği bizlerin vakıasını ve insanların tağuta ilişkisini inceleyelim. Yazar Şeyh Makdisi’den bu manada sözleri risalenin başka yerlerinde de nakil etmiştir.

Şeyhin anlattığı, bir kimse tağuta ibadetten, onu dost tutmaktan, onlara iştirakten, ona yardımdan, onu ilah edinmekten uzak durursa bununla birlikte ona bir şüpheden dolayı kâfir demese de kâfir olmaz. Çünkü fiilleriyle ona küfretmiştir.

Biz şeyhin bu görüşüne katıldığımızdan değil, yazarın onunla istidlal etmesinden dolayı buraya aldık. Yazar daha öncede olduğu gibi yaptığı nakli anlamadan söylemiştir.

Cevap verirken bazı cümleleri tekrar etmekten bıktım. Fakat aynı vahim hatalar yapıldığı için, mecbur kalıyorum. Okuyan kardeşlerim haklarını helal etsinler.

Hüküm Allah’a aittir. Bu İslam’da herkesin zorunlu bilmesi gereken en açık meselelerdendir. Allah’ın hâkim oluşu ve yasama yetkisi onun hem ulûhiyetinin, hem rububiyetinin, hem de birlenmesi gereken isimlerinin gereğidir. “Hüküm sadece ve sadece Allah’ındır. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretti. İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf 40 )

Hükmü Allahtan başkasına veren insan, Allah’tan başkasına ibadet etmiş olur. Bu yetkinin kendine verilmesini isteyen insanda, insanları kendi ibadetine davet etmiştir. Firavun, Musa(a.s.) “sizin için kendimden başka ilah bilmiyorum” derken de “Ben sizin yüce Rabbinizim “ derken de bunu kastediyordu. (Kasas 38)

Kuşkusuz bir kimsenin demokrasi dininde, sahte ilahlara iman tazeleme servisleri olan seçimlerde oy kullanması bu hakkı (yasama – teşri) Allah’tan başkasına vermesidir. Bu fiiliyle Allahtan başkasına ibadet etmiştir. Yazarın kitabın muhtelif yerlerinde anlattığı, tağutların Kelime-i Tevhitle göz boyaması, İslam yazması, Anayasada şeriat temel madde gibi şeylerde bu ülkede yoktur.[59] Biz kendi yaşadığımız yerden konuşuyoruz. Televizyon, okullar her vatandaşa demokrasiyi, ne olduğunu, hilafetle arasında ki farkı, Atatürk ilke ve inkılâplarıyla İslam arasındaki farkı anlatır. Yani sistemin küfrünü gizleme gibi bir derdi yoktur. Kimseyi kandırma gibi bir derdi de yoktur. Şimdi bu tağutlara oy verenler yazarın şeyhten aktardığı noktaları[60] yerine getirmiş ve ona ibadetten kaçınmıştır öyle mi?

Anayasa için yapılan referanduma katılan halk yasa ve kanun çıkarmada tağutlara ortak olmamıştır öyle mi?

Bu insanlar tağuta buğuz edip onları dost edinmiyor öyle mi? Şeyhin yaşadığı yerlerde böyle insanlar olabilir, ama emin olsun ki bizim yaşadığımız yerde böyle bir şey yoktur. Var olanda istisnadır.

Bu risaleyi okuyan tüm kardeşlere tavsiyem şudur;

Yıllardır içinde yaşadığımız şu halkı düşünün. Bizim bunlarla aramızdaki tek sorun tağutlara kâfir dememe meselesidir. Onun dışında şeyhin saydığı her şeyi yerine getiriyorlar. Bunu yaparken halkı değil şuurlu, kendine İslami cemaat diyen insanları düşünün!!!

 

 

 

 

OKUL MESELESİ

Yazar “… Lazım ile veya delaleti ihtimalli olan fiillerle tekfir”(17)

Bir başka yerde de“okul meselesi lazım ile tekfir ve ihtimalli tekfir kapsamına girer.”(19) der.

İddialarına cevap vermeden önce, reddiye içerisinde sürekli tekrar olmaması ve nasihat babından bazı şeyler kaydedelim.

Bil ki kardeşim, kâfirlerin geçmiş ve günümüzde yaşayan halkı hafife alıp, emir kulu yaptıkları tezgâhları vardır. Kendilerini ve şirklerini sevdirdikleri, tağutlarını meşrulaştırdıkları, yapılan zulümlere kılıf buldukları yerlerdir bunlar. Nitekim en önemlisi ise kullaştırmak istediklerine, kendilerine nasıl ibadet etmeleri gerektiğini ve bu ibadetin gerekliliklerini buralarda aşılarlar.

“Onlar kendileri gibi sizin de kâfir olmanızı arzu ederler.” (Nisa 89 )

“Kitap Ehlinin çoğu gerçeğin ne olduğunu kesinlikle öğrendikten sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi iman ettikten sonra tekrar kâfirliğe döndürmek isterler.” (Bakara 109)

Nasıl mı dersiniz?

Milli eğitim kanunu madde 2: “Türk milli eğitiminin genel amacı, Türk milletinin bütün fertlerini, Atatürk ilke ve inkılaplarına ve Anayasa da ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren, ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan,insan haklarına ve anayasanın başlangıcında ki temel ilkelere dayanan demokratik,laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye’ye karşı görev ve sorumluluklarını bilen …”

Türk Milli eğitiminin amaçları;

Madde 5: “Milli Eğitim amaç ve ilkeleri doğrultusunda, öğrencilere Atatürk ilke ve inkılâplarını benimsetme, Türkiye Cumhuriyetinin anayasasına ve demokrasinin ilkelerine… İnsan hakları, çocuk hakları, başkalarının haklarına saygı… Birey olma bilinci kazandırabilmektir.”

Galiba cevap olarak bu kısım yeterlidir. 11 yılını böyle bir kurumda geçirecek olan ve bu gayenin temel hedef olduğu bir eğitim kurumunu düşünebiliyor musun?

Yukarıda ki ayetler için bu okullardan daha iyisi bulunabilir mi?

Buralar da ise öyle fiiller ve sözler vardır ki Muhammed (s.a.v)’in yıkmaya geldiği, Ebu cehil’in dininin yeniden ihyası mahiyetindedir. Çocuk veya genç; buralarda ki küfürlerin birinden kaçıp sakınırsa bile bir diğerinden kaçması mümkün değildir.

Okullarda yapılanları şöyle sıralayabiliriz:

A.)ŞİRK AYİNLERİ

Her dinin kendine göre kendilerini ilahlarına yakınlaştıran, ona bağlılık ve inançlarının simgesi olan ayinleri vardır. Bu ayinler de yapılanlar herkesin keyfi olarak seçtiği yakınlaşma eylemleri değildir. Nasıl ki Allah’a ibadetin şekilleri şeriat tarafından belirlenip, sınırları çizilmişse bu ayinlerde yapılacak ve söylenecekler de o dinin kurucu ve koruyucuları tarafından belirlenmiştir.

İlköğretim Yönetmeliği madde 12: “İlköğretim okullarında öğrenciler her gün ders başlamadan önce öğretmenlerinin gözetimin de, topluca aşağıdaki öğrenci andını söylerler. “Türküm, doğruyum, çalışkanım. İlkem küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek ileriye gitmektir. Ey Büyük Atatürk açtığın yolda, gösterdiğin hedefe, durmadan yürüyeceğime and içerim. Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene.”

Her sabah huşu, inkiyad, tezellul, ta’zim içinde hep bir ağızdan yapılan bu yemin ise şu şekilde yapılır: Bahçede, kendisine ve ilkelerine bağlılık yemini ettirdikleri tağutun putu vardır. Üstünde de ülke simgesi bayrak… Çocuklar hazır ol vaziyetinde, gözleri bayrağa dikilmiş bir şekilde, hiç kıpırdamadan!

Kardeşim, bu ibadet ayini değildir de nedir? Bu bağlılık yemini küfür değil de nedir?

Sen hiç böyle huşu ve tezellul içinde Allah c.c’e namaz kılan bir topluluk gördün mü?

Burada ki fiiller ilahlaştırma ve ibadet olma kastı olmadığından ihtimalli olur dersen, peki söylenen söz ve o ortamda kendi isteğiyle bulunmak… Akıl etmezmisiniz?

İnsanlara din anlatırken, haç, zünnar [61]v.b müşriklerin itikadına açık işaret olan ve onların dinini temsil eden şeyler hakkında insanlara fetvalar aktarıp tekfir edersiniz de, buna gelince mi ihtimalli dersiniz?

Hac ve Zünnar müşriklerin katıksız alametidir de, bu putun, bu bezin önünde yapılan eylem ve söz değil midir? Sade bir bezi beline bağlayan tekfir edilir de, putun üzerinde yukarıda geçen şekliyle durana özür mü bulunur.

İmam Nevevi: Eğer ortasına (beline) zünnar dolarsa kâfir olur. Mecusilerin şapkasını koyan da ihtilaf ettiler, sahih olan kâfir olmaz. Eğer beline ip dolarsa sorulduğu zaman zünnar derse çoğunluğa göre kâfir olur.(Ravda-riddet konusu)

Kifayetül Ahyar sahibi: “…Eğer Müslümanların, ancak bir kâfirden sadır olur diye icma ettikleri bir fiili işlerse, mesela haça secde etmek veya kiliseye mensup kişilerin zünnar ve diğer elbiseleriyle onlarla beraber kiliseye gidip gelirse İslam olduğunu açıklasa bile bütün bunlar küfür olup sahibi tekfir edilir”(Riddet babı)

Kadı İyaz Eş Şifa kitabında: İcma ile küfür olanları aktarırken;

“…Aynı şekilde Müslümanların ancak kâfirden sadır olur, diye icma ettikleri her fiille tekfir ederiz. Velev bu fiili yapan İslam’ı tasdik etse de. Puta, aya, güneşe, ateşe secde etmek, kilise ve sinagoglara, oranın ehline ve onların zünnar bağlamak şeklinde elbiseleri ile oralara gitmek, şüphesiz küfürdür. Müslümanlar bu fiillerin ancak kâfirlerde bulunduğunda ve bu fiillerin küfür alameti olduğunda icma etmişlerdir. Velev sahibi İslam’ını söylese de bu kişi kâfir olur. (Eş şifa 2 / 308 4. fasıl)”

Yazarın ismini, puntalayıp puntalayıp kendinden alıntı yaptığı Şeyh Makdisi (Allah onu koruyup sabit kılsın) bakın ne diyor:

Risale selasiniyyede kimlik ve pasaporttan söz ederken “…Biz kimlik ve pasaport küfür maddesi içerirse çıkarılmasını caiz görmeyiz. İnkâr ettiğimiz küfür şartı olmasına bakmadan umumi kimlik çıkaranları tekfir edenlerdir.”

Başka bir yerde:  “… Eğer kimlik çıkarmak kâfirlere, devletlerine, kanunlarına vela (dostluk) üzere yemin edilen küfür sözü veya onların ordularına katılma gibi küfür ameller içerirse …(küfür olur demek istiyor) Risale 208—210”

İlerleyen sayfalar da: Memurluk ve hükümet işlerinde çalışmada tafsilat olduğunu anlatırken, şu kısmı istisna tutar; “Eğer küfür konularına iştirak veya onların kanunlarına ve tağutlarına ihtiram ve vela üzerine yemin ederse…” (Risale 301)

Dikkat et şeyhlerin sözünde anlamayanlardan sakın..Senin çocuğun her sabah küfre bağlı kalacağına, dostluğuna dair yemin ediyor. Etmese bile onlarla, onların elbiseleri ve alametleriyle okula gidip geliyor. Hem de kilise de var olanın yüzlerce fazlası olan küfür bir yere.

Âlimlerin kilise hakkında sözlerine ve yazarın kilise örneğine bak.(sayfa 19) Nitekim yazarın fıkhı ve usulsüzlüğünü anlarsın!

Aynı zamanda neden önüne gelene cahil dediğini de!

B- TAĞUTLARI SEVME VE ONLARI YÜCELTME VARDIR

Her sabah okulun girişinde amentü mahiyetinde çocuklara yaptırılanın dışında, o tağutun sevdirilmesi ve övülmesi vardır. Daha önce geçtiği gibi kurumun kuruluş ve var oluş amacı budur.

Az önce Milli Eğitim kanunundan madde 2’yi aktarmıştık. Kavim amacını gizlemediği gibi, amacı doğrultusunda yaptıklarını da gizlemez.

Hatta onları övme ve yüceltme boyutlarına ulaşır ki akıllara ziyandır. Geçtiğimiz yıl, 2007 Kasım ayında çocuklara bu şiir ezberletilmiş ve buda basına yansıtılmıştır. Bir çocuğun velisi bunu fark etmişti. Ama ezberletildikten sonra…

Karanlığa güneşsin

Bir sönmeyen ateşsin

SEN İLAHLARA EŞSİN

Benim sevgili Atam.

Malumdur ki bir kâfiri küfründen dolayı sevmek, icma ile küfürdür. Kâfirin şahsına olan sevgi ile küfründen dolayı olan sevgi arasında fark vardır. Bu tağutlar sevdirilirken özellikle yaptıkları küfürden dolayı çocuklara sevdirilirler.

İslam’ı kaldırıp. Yerine cumhuriyet, laiklik, demokrasi getirmek.

Ülkeyi farklı kâfir ülkelerinden alınan, medeni hukukla(!) yönetmek.

Kılık kıyafet inkılâbı.

Harf inkılâbı vs…

Zaten bu tağutların şahsiyet olarak övülebilecek şahsiyeti yoktur. Keseden uydurma kahramanlık hikâyeleri müstesna.

Babanın bakkala ekmek almaya yollarken, cebine 1 TL’den fazla para koymaya çekindiği, her duyduğuna gördüğüne inanıp kaçırılma tehlikesi yüksek olduğundan, sokağa dahi çıkarılmayan çocuk, bu süslü, sistematik şirki alacak, anlayacak, ayıklayacak… Sonrada muvahhid kalacak öylemi.

Tağutların çocuklara aşılanan ve sevdirilen bu fikirlerine ve ümmetin icma ettiği imanı bozan unsurlardan üçüncüsüne bakın:

“Kim müşrikleri tekfir etmez yahut küfürlerin de tereddüt eder veya görüşlerini doğru bulursa icmaen kâfir olur.”

Bir veliye bunları anlattım. Bana kendi çocuğunun bunları bildiğini ve tağutlara buğz ettiğini söyledi. Belli bir süre sonra çocuğuyla konuşurken tağuttan ve ona ibadetten bahsettim.

Yalnız şunu bilin ki, bu çocuk sıradan bir çocuk değildir, tağut babasını şehit etmiş(inşaalah), babasını hiç görmemiş bir çocuktur. Biraz konuşunca, söylediklerimde haklı olsam da, tağutun bu ülkeyi kurtardığı, çok geri olup çadırlarda yaşamak yerine modern hayatı bize armağan ettiğini v.s v.s anlatmaya başladı… Çocuk normal bir çocuk olmadığı gibi, ailede normal bir aile değildi. Tüm hayatları mahkûmiyet, firar ve tağutla mücadele içinde geçmiş bir ailedir.

Bir başka Müslüman’dan şunu dinledim: Müslüman kardeş, yıllar önce okul konusunda aynı fikirleri paylaşmış bir arkadaşını ziyaret etmiş, çocuğunu okula gönderiyormuş. Bu meseleleri uzunca konuştuktan sonra, baba her zamanki gibi hararetle çocuğu sakındırdığını anlatıyormuş. Kardeş, çocuğun o gün hangi ödevle meşgul olduğuna bakmak istemiş. Yazı yazmayı öğrenen çocuk birkaç sayfa boyunca “Atatürk’ü çok seviyorum” yazıyormuş. Babada çocuğunu tağutun tüm etkisinden sakındırıyormuş (!)

Bu okullar da tağutları sevdirme; onların küfür ve şirk inkılâplarından dolayı övme yanın da, asker-polis vb. sistemin temel koruyucusu olanlarda sevdirilir. Sevdirme işlemi yapılırken de yine içinde oldukları küfürden dolayı sevdirilirler.

Evet, kardeşim, bunlar basit şeyler değildir. Üzerinde icma olan küfürlerdendir. Kapıdakinden kurtulsa(andımız, bayrak v.s), içerde olandan kurtulamayacak, ondan kurtulsa öğretmenin zehirlediğinden v.s v.s …

C- MİLLİ BAYRAMLAR VE KÜFÜR HAFTALARI

Milli demek çok önemlidir. Çünkü milli olan her şey sistemin dini ve dinin gereklerindendir. Bundan dolayı sistem; başında milli olan hiçbir şeye alternatif kabul etmez ve alternatifleri suç sayar.

Kuran-ı Kerim’de millet kelimesine din manası yüklenir.

“O hanif olan İbrahim’in milletine(dinine ) uy… “ bu ayet Kuran-ı Kerim’de defalarca tekrarlanmıştır.

Milli bayramlardan bazılarına örnek verecek olursak:

-Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı: 23 Nisan Türkiye meclisinin açılış günüdür. Onlara göre İslami yönetimden, yani gericilikten modern dünyaya geçilmiştir. Düşün bu şirk merkezinin açılışı bir bayram olarak kutlanır. Evet, sen ey kendini muvahhit zanneden, sen insanlara bu parlamentonun şirkini anlatırken,  işte senin çocuğun bu bayramı kutlar.

Sakın ben çocuğumu sakındırıyorum diye kendini kandırma, sen çocuğunu merasimden sakındırsan dahi o güne hazırlık haftalar öncesinden başlar.

-19 Mayıs Atatürk’ü anma, gençlik ve spor bayramı: Buda hilafet ilgası için başlatılan yurt gezilerinin Samsun’a çıkış ayağıdır.

-29 Ekim Cumhuriyet bayramı

Birde 30 Ağustos vardır ki, o tarihlerde okul tatildedir.

Bu bayramların sevgisi ve şenliklerin çekici yönleri çocukların kalbine ekilir. Çocuk o kadar hoşlanır ki, nice veli çocuğunu göndermese de çocuğu evde televizyon başında bu şenlikleri izler. Tabi göndermemek hiçbirşey değildir. Çünkü bu bayramlar o günlere munhasır değildir. Haftalar öncesinden anlatılmaya ve hazırlıklara başlanır.

Bu bayram günlerinin dışında birde haftalar vardır. 10-16 Kasım Atatürk’ü anma haftası, insan hakları ve demokrasi haftası vb. Okul olayını sulandırmak için Hanefilerden rıza meselesini ve ihtilafını getirenlere (konu ileri de gelecek) Hanefilerin bazı fetvaları yerin de olacaktır.

 “Bir kişi nevruz günü Mecusilerin toplandığı yere gitse kâfir olur. Çünkü bu küfrünü ilan etmektir.”

“Bir kimse nevruz günü bu güne saygı için müşriklerle bir şey hediye etse Allah’a elli yıllık ibadetini zayi etmiş olur.”(Fıkhul Ekber Şerhi Molla Ali el-Kari 345)

Yine Hafız İbn-i Hacer: “Şeyh Ebu Hafs El-Kebir En-Nesefi’den: Kim o gün ta’zim için bir yumurta dahi hediye etse kâfir olur.( Fethu’l Bari 3/ 1344)

 

 

D- ALLAH’LA, ALLAH’IN AYETLERİYLE VE DİNİYLE DALGA GEÇMEK VE İNKÂR ETMEK

Ne bu okullarda çocukların teslim edildiği öğretmenlerin, ne de çocukların öğrenim gördüğü kitapların dini vardır. Bilakis kitaplar ve hocalar dini küçümseyen, hafife alan, gerici ve yobaz gösteren malumatlarla doludur.

11 yıllık eğitim hayatında tevhitten haberdar bir tek hocaya denk gelmedim. Sadece bir okulda çocuklara kelime-i tevhidin ve gereklerinin manasını anlatan bir hoca olduğunu duydum. Gerçi olması da bir şey değiştirmez. Durumun vehameti açısından bilinmesini istedim.

Çocuk zahir olan merasim, bayramlar, put önünde durma vb. şirklerden sakınsa dahi, içerdeki küfürden sakınması mümkün değildir. Her bir hocanın ve dersin küfürleri envai türlüdür. Çocuk her birine itiraz ettiği takdirde orda bulunması mümkün değildir.

-Mesela ilkokul kitaplarında; İslami kıyafette olan insanlar ve onların deyimiyle çağdaşlar karşılaştırılır. Öğretmen islamın bu zamanda uygulanamayacağından bahseder. Sonra uygarlığı, bunların medeniyeti ve güzel yönlerini anlatır. Ve  tercih çocuklara bırakılır…

- Yine yönetim biçimi olarak hilafet ve cumhuriyet veya demokrasi karşılaştırılır. Aynı şeyler devam eder.

- Coğrafya ve dalları ise tam bir küfür ve inkar seansıdır. Kâinatta hiçbir şey Allah’a c.c. nispet edilmez. Galip müşriklerin dahi ikrar ettiği yaratma ve icat Allah’tan başkasına nispet edilir.

Fesad medreseleri kitabına dipnot ekleyen eski bir öğretmenin staj esnasında yaşadıklarını düşünelim. “Öğretmen yağmurun oluşumunu anlatırken, su buharlarının gökyüzüne çıkıp bulut oluşturduğunu söylüyor, sonra öğrencilere bulutları gökyüzünde hareket ettiren ne? diye soruyor. Çocuklar hep bir ağızdan ALLAH! diyorlar. Ama öğretmen kızarak “Hayır Rüzgâr” diyor (68. sayfa dipnot 45). Yine aynı öğretmen; “166 sayfalık üçüncü sınıf hayat bilgisi ve 200 sayfalık 4. sınıf Fen ve Teknoloji kitabını inceledim. Her iki kitapta da “Allah”, “İlah” ya da “tanrı” kelimelerine rastlamadım. Bahsettiğim derslerde işlenilen konular ise insan, evren, madde ve canlılar dünyası…”  diyerek gerçekleri göz önüne seriyor (Aynı dipnotlar).

Okulumuza bir öğretmen gelmişti. Coğrafya dersinde olayları anlattıktan sonra Allah’ın hikmetine bağlıyordu. Genç bir hocaydı. Okul ise İmam Hatip Lisesi idi. Tüm sınıf ilk defa böyle bir ders dinliyorduk. Arapça dersi hocası ise namaz kılanlarla dalga geçiyordu ve sadece elleri açıp dua etmenin yeterli olacağını söylüyordu. Sınıf da hocaya iştirak edip işi cıvıttıkça cıvıtıyordu. Hidayet nasip eden Allah’a hamdolsun.

- Sosyal bilgiler ve vatandaşlık dersleri. Demokrasinin sevdirildiği, Atatürk ilke ve inkılâplarının ezberletildiği dersler.

- Milli Güvenlik: Bu ders ve küfrü ise anlatılmayacak kadar çoktur. En ilginci de askeriyeden bir komutanın derse girmesidir. Lise 2. sınıfta milli güvenlik hocası yıl boyu asker zihniyetini ve böyle olması gerektiğini anlatır. Yılsonu tek bir sınav ve tek bir soru vardır. Dersten kalan aynı zamanda sınıfta kalacak şekilde tehdit edilir.

Soru “Atatürk İlke ve inkılâplarını yazınız? Birini açıklayınız?”

Yalnız şöyle bir şerh vardır. Açıkladığınız ilkeyi genel cümlelerle değil, kendi görüş ve cümleleriniz, kendi fikirleriniz şeklinde açıklayınız!!!

- Felsefe hocaları ise Euzubillah… İlk felsefe dersi ve ilk soru? Allah var mıdır? Varsa niye vardır? Ama böyle soru olmaz hocam diyenlere, o zaman felsefe de olmaz. Felsefe her şeyi sorgulayan ilimdir. Ama her şeyi çocuklar… Sonra sınıf incelediği tüm gerçekleri sorgulamaya başlar, var mı? Niye? Nasıl? Neden? Yılsonu mu? Siz düşünün?

Ayet-i Kerimede:

“Muhakkak size kitapta şu hükmü indirdi. “Allah’ın ayetlerinin inkar edildiği veya onlarla dalga geçildiğini işittiğiniz vakit, onlar başka bir söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın. Çünkü o zaman muhakkak siz de onlar gibi olursunuz” Allah münafıkları ve kâfirleri cehennemde toplayandır” (Nisa 140)

İmam Kurtubi: “Başka söze dalıncaya kadar” ayeti küfür dışında bir söze delalet eder. “Siz de onlar gibi olursunuz” bu ayet gösterdi ki günahkârlardan münker ortaya çıktı mı onlardan kaçınmak gerekir. Çünkü kaçınmayan fiillerine razı olmuştur. Küfre rıza küfürdür. “Siz de onlar gibi olursunuz” Masiyet meclisinde oturup onları inkâr etmeyen, onlarla günahta eşittir. Onlar masiyetle konuşup, amel ettiklerinde inkâr etmesi gerekir. Onlara inkâr etme gücü yoksa oradan ayrılması gerekir, taki bu ayetin ehlinden olmasın.. (3/279 Nisa 140 tefsiri).

İbni Kesir: Onlarla günahta eşit olunduğunu açıkladıktan sonra; “Nasıl ki küfürde onlara ortak oldular, Allah da onları cehennemde ebedi kalmada ortak kılar.” (Ayetin tefsiri 2/317).

Seyyid Kutup “Nifakın ilk basamaklarından biri ise müminin Allah’ın ayetleri ile istihza edilen meclislerde oturması ve bunları işitmemezlikten gelmesidir.” …böyle kimseler kendilerini müsamaha ve hoşgörü ile kandırırlar. Hâlbuki bu hal vücuda sirayet eden bir iç hezimettir… Bunu yapanlarla meclislerde kalanlar iman, küfür arasındaki nifak köprüsünün bedbahtları diye vasfedilirler.” [62]

Kendi yaşadığınız okul ortamını, dersleri, öğretmenleri sonra Allah’ın bu ayetlerini ve sonra da körpe çocukları bir düşünün… Bu neslin neden ikiyüzlü, menfaatperest, günaha meyilli olduğunu düşünün. Bu konuda da kendinizden başkasını suçlamayın. Çünkü buna sebep sizlersiniz.

Evet, kardeşim ayete ve delaletine bir bak. “Muhakkak siz de onlar gibi olursunuz” diye te’kidli bir küfür tehdidinden sonra bu benzetmeyi bazıları farklı yere çekmesin diye “Allah münafıkları ve kâfirleri cehennemde toplayandır” buyuruyor.

Bir insanın o mecliste oturup da veya o fiillerin olduğu yere çocuğunu gönderdikten sonra “ben razı değilim” demesi bir şey değiştirmez. Çünkü rıza içsel bir şeydir ve nitekim Allah hükmü razı olup olmamaya değil, orda bulunup bulunmamaya bağlamıştır. Meseleyi anlamayanların “veli kişinin; ben razı değilim” diye başlık atması seni aldatmasın. Bu tip insanlar yukarıda görüldüğü gibi önce küfrün sebebi ve çeşidi vardır bu nedenle çoğu insan bu meseleyi karıştırır derler. Sonra da meseleyi küfrün sebebine değil, rıza gibi çeşidine bağlarlar.

Rıza meselesi ayetin aslında geçmez. Allah hükmü ona da bağlamaz. Sadece âlimlerin bu ayetten çıkardıkları bir hükümdür. Şöyle ki: Eğer bir kimse meclisten kalkmıyorsa demek ki razı olmuştur. Bir şeye rıza da onun hükmündendir derler. Mesela Kur’an’ı pisliğe atan bir kişiye kâfir derler. Sonra da demek ki Allah’ın kitabını hafife alıyor derler. Tekfiri hafife almaya değil, fiilin kendisine bağlarlar. Yazar bu meseleyi sayfa 16-17’de nakillerle anlatır. Muhaliflerini bunu anlamamakla itham eder. Maalesef diline dolayıp kendinin de dolandığı meselelerden biri de budur. Bu tür çarpıtmalara sakın aldanma! Bu amel ve eylemlerin hiçbiri olmasa dahi, okulda bulunan haramlar ondan içtinap etmek için yeterlidir. … Eğitim, açıklık, müzik, resim, ihtilat -kız erkek karışık- buralarda Allah’ın zahir ve batın haram kıldığı her fuhşiyatı, kötülüğü bulmak mümkündür.

Peki, kardeşim sen söyle! Direk kalbe tesir eden bunca haramın arasında o fıtratı bozulmamış temiz ve körpe kalp ne hal alır acaba! Fitnelerin uğrak olduğu kalp, ters çevrilmiş ağzı kapalı bardak şeklini alır. Hiçbir iyiliğe yer yoktur onda. Artık, iyilik kötülük, kötülük de iyilik olur onun için. Bu benim sözüm değildir. Bu konuştuğunda hak ve vahiyden başka bir şey konuşmayan Allah Resulü’nün sözüdür: “Fitneler kalbe çizgi çizgi arz olur (atılır). Hangi kalp bunu içerse üzerine siyah, hangi kalp de reddederse beyaz bir nokta konur. Öyle ki o kalp (fitnelerin arz olduğu) bulanık ve ters çevrilmiş testi gibidir. Ne iyiliği tanır, ne de kötülüğü reddeder. Sadece içerisine giren arzu ve hevesi bilir.”

Sen! Çocuğunu bu okullara yollayan insan. Hadi onu küfürden sakındırıyorum diye Allah’ı kandıramasan da, Müslümanları ve kendini kandırdın diyelim. Onu fitnelerden de mi koruyorsun. Nitekim her gün 6-7 saat boyunca kalbine arz olan fitneleri nasıl temizleyeceksin. Her gün konulan binlerce siyah noktayı bir düşün.


Yoksa sen kalbi basit bir şey mi zannediyorsun? Oysa kalp neyse vücut da, insan da odur “Numan b. Beşir'in (r.a.) rivayet ettiğine göre: Parmaklarını kulakları üzerine koyan Numan Resulüllah'ı (a.s.) şöyle derken işitmiştir: "Muhakkak helal belli, haram da bellidir. İkisi arasında bir takım şüpheli şeyler vardır ki, çok kimse bunları bilemez. Şüpheli şeylerden sakınan, dinini ve namusunu korumuş olur. Şüpheli şeylere dalan kişi ise, harama düşer. Nitekim (içine girmek yasak olan) koru etrafında (davarlarını) otlatan çobanın hayvanları da her an bu yasak sahaya girebilir. Haberiniz olsun, her hükümdarın (kendisine mahsus) bir korusu olur. Dikkat edin, Allah'ın korusu da haram kıldığı şeylerdir. Uyanık olunuz! Bedenin içinde bir parçacık et vardır ki, o iyi olursa bütün beden iyi olur, bozuk olursa da bütün vücut bozulur. Dikkat edin! İşte o kalptir."(Sahih-i Müslim)

Ve unutma ki sen bu çocuktan sorumlusun. Çünkü sen onun velisisin. “Ey iman edenler tutuşturucusu insanlar ve taşlar olan ateşten kendinizi ve aileleriniz koruyun” (Tahrim 6)

 “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden mesulsünüz.” (Buhari)

 “Allah her çobana, güttüğünü zayi mi etti, hakkını ödedi mi diye soracaktır” (Hafız İbni Hacer senedine sahih der 15/8870)

 “Her çocuk fıtrat üzere doğar, annesi ve babası onu Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır, Mecusileştirir (bir rivayette, müşrikleştirir)”

Demek ki çocuğun fıtrat üzere kalmasında veya müşrikleşmesinde anne babanın payı çok büyüktür.

Sorumluluk alanında, bazılarının şüpheleriyle kendini aldatma. Sen aldansan da Allah c.c. kesinlikle aldanmaz. Çocuğunun küfür fiilini senden habersiz işlemesi ile senin yüzde yüz velayetin ve sebebiyet verdiğin ortamda işlemesi arasında mutlaka fark vardır. Birinci de seni bağlamasa da ikincide seni direk bağlar.

 “Artık Allahın dışında dilediğinize ibadet edin! De ki gerçek manada hüsrana uğrayanlar, kendilerini ve ehillerini kıyamette hüsrana uğratanlardır. İşte bu apaçık hüsranın ta kendisidir” (Zümer 15)

Ya da bu küfürden ve ehlinden sakınıp cennet ehlinden olmak istemez misiniz? “Onların akıbeti (mükâfatı) adn cennetleridir. Onlar o cennetlere babalarından, zürriyetlerinden ve eşlerinden salih olanlarla gireceklerdir.” (Ra’d 23).

Bu konuyu kapatıp, yazarın ilginç sözleri ve tespitlerine cevap vermeden önce şunu da belirtelim.

Diline doladığın, insanlara gece gündüz anlattığın bir yönüyle ve ayrıca seni de kapsayan şu ayeti bir daha düşün.

“Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz rüşd ve gay (sapıklık) birbirinden ayrılmıştır. Kimde tağutu inkâr eder Allaha iman ederse kopması olmayan sapasağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitendir bilendir” (Bakara 256)

Ebu Davut ve Nesai de yer alan ve İbni Abbas’tan nakledilen bir hadisi şerifte; bir kadın “çocuğum doğar ve yaşarsa onu Yahudileştiririm” diye bir adak adadı… Ne zaman ki Nadiroğulları Yahudileri Medine’den sürüldü, içlerinde Ensar çocukları da vardı. Dediler ki: “çocuklarımızı bırakmayız.” Nitekim bunun üzerine bu ayetler indi.[63]

Yahudilerin içinde belli bir süre kalan çocuklarda, onlarla beraber gitmek istemişlerdir. Bununla birlikte sahabe çocuklarını alamamış ve bu ayetler inmiştir.

Bu delillerden sonra şunu sana ben soruyorum!

Ebu Cehil ilköğretim okulu! Çocuklar Lat putunun önünde sıralanmış Mekkeli müşriklerin ibadet ayinleri gibi bir şeyler yapıyorlar ve hep beraber Lat ve Menata ve onun ilkelerine bağlı kalacaklarına dair yemin ediyorlar. Aynı zamanda Resulullah (s.a.v.) bu çocukları izliyor. Daha sonra çocuklar sınıflara giriyor. Pencereden onları izliyor. Biri çocuklara sabah yaptıkları yemindeki maddeleri açıklıyor. Muhammed (s.a.v)’in dinini yıkmak, onun hükümlerini ayaklar altına almak, onun cahiliyye devri dediği tüm değerleri diriltmek vs. vs...

Bu çocukların içinde sahabe çocuklarının olması veya bunların babalarından birinin; ”ya Resulullah ben çocuğumu sakındırıyorum” dediğini yada benim çocuğum okuma yazma öğreniyor dediğini düşünebiliyor musun?[64]

Yazar diyor ki; “Lazimi tekfiri şöyle açıklayabiliriz. Bir söz veya fiil bizatihi küfür değildir. Ama netice olarak küfür ortaya çıkabilir. Bu söz ve fiili işleyen kimse bu söz ve fiilden dolayı tekfir edilmez. Çünkü onun lazımını (neticesini) kast etmemiş olabilir… Lazım ile tekfir, küfür delaleti açık olmayan çeşitli manalara ihtimalli olan söz ve fiillerden dolayı tekfir etmektir. Böyle söz ve fiilleri işleyenleri niyetini sorup öğrenmeden tekfir etmek tehlikelidir. Sonra yazar örnek olarak İmam Şevkani’den ihtimalli fiillere “Allah’tan başkasına secde etmeyi” örnek verir. Bunu yapanı tekfir için “Allah’tan başkasının rububiyetini kast etmiş olmasını” şart koştuğunu vurgulayarak OKUL MESELESİNİ lazım ve ihtimalli filer kapsamına sokar”

a) Yazarın “lazım tekfire” yaptığı tanım doğrudur. Hüküm de doğrudur. Cumhura ve sahih olan görüşe göre “mezhebin lazımı, lazım değildir” Kişi neticeyi kabul etmedikçe de onunla ilzam edilmez.

Fakat bağladığı sonuç genelde yaptığı gibi yanlıştır. Kardeşim! Önceki sayfalarda okullarda var olan şirkleri başlıklar halinde sunmaya çalıştık. Şimdi, bizzat yaşayıp müşahede ettiğin okulları, yukarıda geçen delilleri ve yazarın lazım ile tekfire yaptığı tanımı tekrar tekrar oku. Aradaki farkı inşallah anlarsın.

Okullarda kesin, kat’i ve açık küfürler vardır. Hiçbir okul (M.E.B.’na bağlı) bu küfürlerden uzak değildir. En büyük kaçış tören ve merasimlerdendir o da sınıfa girinceye kadardır. Her dersin Allah’ın ayetlerini inkâr ve alay mahiyetinde yönleri vardır. Böyle ortamlarda inkâr etmeden oturmak veya kalkıp gitmemek dahi küfürdür. Ve küfrün sebebi küfre rıza değil orda işlenen cürümdür. Bu küfrün çeşidi ise küfre rızadır. Hükümler sebeblere bina edilir. Bu konu daha önce geçmişti. Hakikati ve içerdiği meseleler itibariyle böyle bir duruma sahip olan bu okul, ne gariptir ki lazım ile tekfire giriyormuş?

b) Yazar İmam Şevkani’nin sözünü aktarır. Bu doğrudur. Çünkü secdenin iki boyutu vardır. İbadet secdesi ve selamla ta’zim secdesi. Bundan dolayı secde edene sorulur. Çünkü hangisi olduğunu bilmek lazımdır. Yazar alta not düşmüş ve şöyle demiştir; Eğer secde puta olursa İmam Şevkani’nin sözüyle fetva verilmez. Çünkü selamlama şüphesi yoktur.

Bende bu sözün üzerine derim ki: okulda yapılan ta’zim, selamlama ve and putun önünde yapılır.

Yazarın aktardığı Şevkani (r.h)’nin görüşü ve peşine hemen nemalandığı “Allah Şevkani’ye rahmet etsin, tekfir konusunda ne kadar da ihtiyatlı davrandığına bakın…” sözü seni aldatmasın.

Deriz ki: Doğrudur. O da, her âlim gibi ihtimalli olan şeylerde ihtiyatlı davranmıştır. Fakat bizim asrımızda işlenen ve yaygın olarak her yerde bulunan şirkler hakkında bakın imam Şevkani ne diyor:

Kabirlerde yatanlara dua eden ve onlardan fayda ve zarar bekleyen insanların, küfrü; ameli küfürdür ve cahildirler diyenlere, şöyle cevap veriyor: “…şüphesiz tüm küfür taifelerini ve tüm müşrikleri küfre iten, hakkın def’i ve onların bu batıl itikad üzerinde kalmalarına cehalet itikadı sebep olmuştur. Onların (Mekkeli müşrikler) itikadı ilim itikadımıydı ki, şimdiki kardeşlerinin, ölüler hakkında ki cahil itikatları, haklarında özür olabilsin. “Lakin bunlar (şimdiki kabirperestler) tevhidi ikrar ediyorlar.” Diyen muhalifine İmam Şevkani cevaben: “Eğer tevhitten kasıt ağızlarıyla ikrar ettikleri tevhid ise, onlar, Yahudi, Hıristiyan, müşrik ve münafıklar bu kadarında müşterektir. Eğer fiilleriyle ikrar ettikleriyse, bunların ölülerde itikadı cahiliyye ehlinin putlardaki itikadı gibidir… Bilakis, bu kabirperestlerin ölülerde itikadına müşriklerin putlardaki itikadı ulaşamaz” (Resail selefiyye 8/35).

Bak ve âlimlerin hangi konularda ihtiyatlı olduğunu anla kardeşim… Anla ki nemalanmak isteyenlere aldanma!

Yazar lazım ile tekfire şu örneği de verir:

Bir kişi Hıristiyanlığı öğrenmek için Rahibin evine veya kiliseye gidiyor. Nitekim Hıristiyanlığı sevmek, onu kabul etmek veya ona razı olmaya delalet eden bir fiil bu adamdan çıkmadığı sürece bu kişinin hükmü nedir? [65]

a) Onların itikadının fasit oluşunu beyan için gidiyorsa ecir alır.

b) Kendi ilmi veya dünyalık içinse haram olur.

c) Hıristiyanlığı sevip, kabullenmek olursa velev gitmese de kâfir olur.

Cevap olarak deriz ki:

a) Bu örnek kesinlikle yanlıştır. Vakıayla yakından uzaktan alakası yoktur. Örnek şöyle olsa doğru olur: Bir kişi kiliseye gidiyor. Oradaki tüm küfür fiillerine ya bizzat iştirak ediyor ya da kendi isteğiyle gittiği bu ortamda rahibin Allah’ın ayetlerine, dine vs. hakaretlerini inkâr etmeden dinliyor.

Çünkü bugünkü okulların durumu budur. Yazarın hayalî dünyası ve o dünyanın Müslüman halkı da maalesef yoktur. Bakın yazarın verdiği örneği ve bugünkü okulları düşünün. Bir de Kifayetü’l Ahyar’ın (Şafii Mezhebi) riddet bölümünden daha önce de aktardığımız şu bölümünü düşünün; “…mesela kişi haça secde etse veya kiliseye mensup kişilerin zunnar ve diğer elbiseleriyle onlarla beraber kiliseye gidip gelirse, İslam olduğunu açıklarsa (ilan etse) bile bütün bunlar küfür olup sahibi tekfir edilir” ve bunlar önce geçen kadı iyaz’ın icma var dediği küfür fiilleridir.

Hâlbuki yazarın verdiği örnek ise şöyle bir vakıada ancak olur. Gidenlerin gittikleri yerde; işlenen sözlü veya fiili küfre iştirak etmediği bunun yanında diledikleri yerden ve istedikleri zamanda küfrü inkâr etme veya ortamı terk etme imkanı olan yerlerde ancak bu söz konusu olur… Böyle bir şey de şu anda bu ülkede yoktur.

Halbu ki yazarın verdiği örnek, şahısların gittikleri yerde, işlenen sözlü veya fiili küfre iştirak etmediği, bunun yanında diledikleri yerde ve istedikleri zaman da küfrü inkâr etme veya ortamı terk etme imkânı bulduğu durumlar da geçerli olur. Böyle bir şey de şu anda bu ülke de yoktur.

Yazar ilerleyen sayfalarda sürekli yaptığı büyük hatayı tekrarlar; gönderen oradaki fiillerden razı değilmiş. Biz de önceki sayfada söylediklerimizi tekrarlıyoruz. Tekfirin sebebi rıza değil, küfür ve şirk fiilinin kendisi ve sözlerdir. Bundan kaçınmak da mümkün değildir.

Ayrıca: Madem her halükarda okula çocuk göndermek haramdır (yazara göre) ve anlattığımızdan ve yaşadıklarımızdan anlaşıldı ki bu küfür ve şirkler okulun her aşamasında mevcuttur. Peki, (yazar da dâhil) bir adam haram işliyorsa fasıktır. Zahir ve kat’i bir gerçek ile bir fasığın sözü kıyaslanabilir mi? Hem de aynı fıskı uzun yıllar hemen her gün işlemesine rağmen. Zahir, tevaturen bilinen ve bizzat herkesin iştirak ettiği (Müslümanları kastediyorum) gerçeği bırakacağız, bir fasıkın sözüne itimat edeceğiz öyle mi?

Ayrıca: bu adam gerçekten çocuğunu sakındıracak hassasiyette olsa, sadece o haramlar dahi olsa evladını oraya yollar mıydı? Adamın üzerinde olduğu, dine karşı zahir lakayıtlık ve laubalilik, sözünü yalanlar mahiyettedir.

Yazar başka bir yerde lazımı tekfire şöyle bir örnek verir: “Ebu Hureyre’den Resulullah (s.a.v): “Ademoğlu (kadere) söver ve dehr[66] benimdir. Çünkü gece ve gündüzü çeviririm.” buyurur. Bu hadisten anlaşılıyor ki kişinin dehre sövmesi netice itibari ile Allah’a sövmesidir. Buna rağmen kadere söven kişi kâfir olmaz. Lazımını neticesini bilip kabul ederse kâfir olur.

Biz burada ki açıklamayı kalem sürçmesi ve tercüme hatası olarak kabul ediyoruz. Çünkü iman esaslarından olan, dinde bilinmesi zaruri olan, kadere sövenin kâfir olacağıdır.

Bu hadiste geçen “dehr” den kasıt zamandır. Eski cahiliye Arapları zamana söverdi. Allah’ın ben dehrim demesi de: Zamanın içinde olanları ben yönetirim. Tedbir ederim manasındadır.

İmam Taberi: Sufyan bin Uyeyne’den: “Cahiliye ehli bizi gece ve gündüz helak ediyor dedi. Bizi öldürende diriltende odur.”

Eğer kişi başına gelen musibetlerden dolayı zamana söverse, bilsin ki zamanın suçu yoktur, çünkü her şeyi ben yaparım. Nihayet içinde olanlarda benden olduğundan, zamana söven bana sövmüş olur. Bu şekliyle hadis yazarın söylediğine delil olur.

“Allah’ın ben dehrim” demesi hakkında ise üç tevil vardır.

İşleri yöneten-yönlendiren.

Hazf vardır. Dehrin sahibi.

Geceyi ve gündüzü çeviren.

Risale de yapılan tercüme de ise şöyle olur. “Dehre (kadere) sövmeyin, çünkü ben dehrim (kaderim)…” Oysa risalede verilen hadisin devamında “gece ve gündüzü ben çeviririm.” denilir. Bu tercümenin hatalı olduğunu gösterir. [67]Her halükarda bunun tercüme veya başka sebepten kaynaklanan bir hata olduğunu düşünüyoruz.

KÜFRE RIZA KÜFÜR MÜDÜR?

Yazar sayfa 20’deki “Hanefi Ulemaları”nın “Küfre Rıza Küfürdür” kaidesinde bu mutlak değildir. Racih olan ise Küfür, küfür olduğu için razı olmak veya beğenmek kaydıyla küfür olur demektedir. [68]

Yazar yaptığı nakillerde bu ayrıma gidenlerin delillerini şöyle verir: Musa (a.s)’ın firavunun küfür üzere ölmesini istemesi “Musa dedi ki; Rabbimiz gerçekten sen firavun ve ileri gelenlerine dünya hayatında bir ziynet ve nice mallar verdin... Rabbimiz mallarını yok et, kalplerini mühürle, elim verici azabı görünceye kadar iman etmesinler (Yunus 88)

İbn-i Ebi Serh sahabeyken irtidad etmiş, Mekke’ye kaçmıştır. Resulullah (s.a.v) onu nerede bulursanız öldürün (Kabe’nin örtüsüne sarılı olsa da) demiştir. Fetih günü Hz.Osman (r.a)’ın arkasından tekrar Müslüman olmak için gelmiştir. Resulullah (s.a.v) uzun süre cevap vermemiş sonra da tövbesini kabul etmiştir. O gidince de, yok muydu içinizden onu öldürecek biri diye sahabeye serzenişte bulunmuştur. Sahabede keşke işaret buyursaydınız deyince Resulullah (s.a.v) hain göz olmaz demiştir.

İki kıssanın da istidlal yönü şudur: Hz. Musa firavunun küfür üzere ölmesini istemiş (yani bir nevi buna razı olmuştur), Resulullah (s.a.v)’da İslam olmaya gelen birinin İslam’ını ilk etapta kabul etmemiş, İslam olmadan önce öldürülmesini istemiştir. Öyleyse küfre rıza mutlak küfür değildir.

Yazar delillerin ismini vermekle yetinmiş ve Keşmîri’den (r.h) alıntı yapmıştır. Burayı ne için aktardığını da belirtmemiştir. Şimdi bu kısmı inceleyelim.

a)Meseleleri cıvıklaştırıp, bulandıranların meşhur konularındandır rıza meselesi ve Yunus Suresi 88’nci Ayet’te Hanefilerden aktarılan ayrım:

Öncelikle; Hanefilerin bu meselede ihtilafının konumuzla alakası nedir? Nisa Suresi 140’ncı Ayet-i Kerime’de tekfir rızaya değil, inkârsız ve kalkıp gitmeden kendi ihtiyarıyla o ortamda bulunmaya bağlanmıştır.

Hanefilerin müşriklerin bayram yerine çıkan hakkında fetvasını okudun. Orada başkaları şirk işlemesine rağmen bunu küfre ilan olarak isimlendirirler. Yine Şafilerden kiliseye onların şiarı olan zunnarı giyip gelen Müslüman’ım dese de kâfirdir dediklerini okudun. Yine Malikiler’den de Kadı İyaz’ın “O şekilde kiliseye gitmenin icma ile küfür olduğunu” söylediği geçti.

Emin olun ki, Hanefiler birilerinin bu ihtilafı kullanıp bu tür küfürleri meşrulaştıracağını bilse, o zaman bunlardan teberri ederlerdi.

Âlimlerin genel bir konuda ihtilafını alıp, hususi ve özel (muayyen) bir meseleye indirgemek, sonrada umumi ihtilaflardan hususi meseleleri cıvıklaştırmak akıl kârı değildir.

İsterseniz dönemlerinin en büyük Hanefi Fukahası’ndan olanlara bu muayyen meseleyi bir soralım:

Şeyhü’l İslam Mustafa Sabri Efendi; Bir baba namazını kılar, orucunu tutar, Müslümanlık hakkında olumsuz birşey işitmeye tahammül edemez, dini yolunda canını esirgemez. Fakat hamur gibi yumuşak ve değişime kabil çocuğunu Avrupa’ya (eğitime) gönderip, okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkmasına önem vermez. Bu durum aklın alamayacağı bir zıtlıktır. Hayatıma yemin ederim ki, evladını küfür ve inkâr yollarına sevk eden bu babanın namazının ve diğer ibadetlerinin kendisine katiyyen faydası olmaz (Hilafet-i Muazzama, s. 376).

Hanefi Uleması’nın iman ve küfür hakkında ki hassasiyetini bilen kimse böyle bir sorunun Hanefi fukahasına sorulduğunu düşünebilir mi?

Bir baba, Hıristiyanlıkla beraber çocuğunu kilise kıyafetiyle kiliseye yolluyor. Çocuk her sabah HAÇ’ın önünde Hıristiyanlık yemini ediyor. Dersler ise baştan sona küfür söz ve fiilleriyle doludur. Babanın isteği ise çocuğun okuma-yazma öğrenmesidir. Yalnız orada anlatılan derslerin hemen hepsine katılmak zorundadır.

Acaba Hanefi fukahası böyle bir soruya nasıl cevap verirdi. Mesela günümüz okulları, 1960’lı yıllarda Hafız Ali Reşat’a sorulmuş; “Atatürk’ün bir tek ilkesine uyan ve bunları öğreten o öğretmenlere gidenlerin, namaz kılmalarına, oruç tutmalarına v.s gerek olmadığını söylemiştir.” (Muhafazakâr Gazetesi)

Yine en son dönem Hanefi Fakihleri’nden Sadreddin Yüksel Hoca’nın bu okullar hakkında fetvası bellidir.

Bunları aktarmamda ki amaç, Hanefilerin bir konuda ki ihtilafını alıp meseleyi cıvıklaştıranlara, bu muayyen konuda Hanefilerin söylediklerini göstermektir.

b) Yazar tarafından konuya temel delil olarak sunulan ayet ve hadisin de kesinlikle meseleyle alakası yoktur:

-Çünkü Firavun; kâfir olan, küfrünü ilan eden, elinden gelen her yolla Müslümanlara eziyet eden; İbn-i Ebi Serh ise tevbesi kabul edilmeyebilen muğallaz (şiddetli-aşırı) mürtetlerdendir.

Böyle birinin küfür üzere ölmesini istemek ile fıtrat üzere olan, tevhit üzere yetişme imkânı olan bir çocuğu küfre yollamak arasında ne tür bir bağlantı olabilir. Ta ki birinci mesele ikinciye delil olabilsin. Bu nasıl bir kıyas, nasıl bir tahriçtir. Baştan sona usul kitaplarını tedkik ederek ve milletin hiç usul kitabı bitirmediğine kanaat getirecek kadar derinleşen usulcümüz nasıl böyle bir yanlış yapar(!)? Keşke boş lafla bir şeyler olsaydı.

-Firavun’un helak olacağı zaten önceden bellidir. Allah (c.c) Hazreti Musa (a.s)’nın Firavun’la ilk tartışmasını aktarırken;

“...(Musa); Ey firavun bende seni gerçekten helak olmuş sanıyorum (İsra 103)” Eğer Musa (a.s)’nın bu zannı yanlış olmuş olsa Allah (c.c) onu uyarırdı. Daha davetin ilk dönemlerinde firavunun helak olacağı bellidir. Bu vahiyle de kendisine bildirilmiş olabilir. Belli olan bir şeyle dua etmenin küfre rıza ile ne alakası vardır.

-İbn-i Ebi Serh olayına gelince; Bu adam mürted olmuş, bununla da kalmamış firar ettiği Mekke’den Rasulullah (s.a.v) ve ashabına dil uzatmıştır.

Riddet iki kısımdır. Biri mücerred riddettir, yani imanından sonra küfre girmek, bunun tevbesi kabul edilir. Diğeri ise muğallaz riddettir, kişi imanından sonra küfre girer, küfürüne ayrıca Müslümanlarla savaş etmeyi, onlara eziyet gibi başka küfürleride ekler. Deliller, birincinin tevbesinin kabul edilip, ikincinin edilemiyebileceğini gösterir.

“Şüphesiz imandan sonra kâfir olmuş, sonra küfrünü artırmış olanların tevbesi asla kabul olmaz. İşte onlar sapıkların ta kendileridir.”(Al-i İmran 84)

“İman edip küfre sapanlar, sonra tekrar iman edip tekrar küfre sapanlar, sonra da küfürlerini artıranlar Allah (c.c) onlara mağfiret edecek değildir. Onları doğru yolada iletecek değildir.” (Nisa 137)

İbn-i Ebi Serh’in riddeti, mücerred riddet değil, muğallaz riddettir. Ayetlerde (kabul edilen tevbeye dair) genelde imanden sonra küfür zikredilir. Az önce kaydettiğimiz Nisa ve Al-i İmran Suresi’ndeki ayetler ise gösterdiki küfrüne, küfür ekleyenin tevbesi kabul olmaz.

Rasulullah (s.a.v) İbn-i Ebi Serh’e böyle muamele etmek istemiştir. Bunda küfre rızada nerededir. Veya konuyla alakası nedir.

(Şeyhül İslam İ.Teymiye bu konuyu es-Sarimul Meslul adlı kitabında detaylı açıklamıştır).

Yazar; Okul ve rıza meselesinden çok profesyonellece kafa karıştırmaya devam ederek bakın hangi meselelere değiniyor: “Aynı şekilde bu insanlar La İlahe İllallah’ın manasını bilmiyorlar diye onların imanını kabul etmezler. Bu konuda Şeyh Makdisi şöyle der: “Kardeşler bana şu şekilde itiraz ettiler. Bedevi, yaşlı ve avam halk sizin açıkladığınız şekliyle şartları, manileriyle, lazımlarıyla La İlahe İllallah’ın manasını bilmek zorunda mıdır, bu şekilde bilmeyen avam halk kâfir olur mu? Şeyh Makdisi cevaben[69]:

Avam kelime-i tevhidi bu şekilde bilmek zorunda değildir. Biz bunu sıhhat şartı olarak da saymıyoruz. Bu gibi avam halk ancak İslam’ın sıhhat şartı olan tevhidi gerçekleştirmek ve şirkten uzak olmak zorundadırlar. Ancak şart olan ve mühim olduğunu söylediğimiz şey, tevhidin aslını ve rükünlerini yerine getirerek, şirkten sakınırsa ve İslam’ı bozan unsurları işlemediği sürece bize göre Müslüman’dır. Ve bugün yaşlıların çoğu da bu hal üzeredir (21-22).

a) La İlahe İllallah’ın manasını bilmeyen insanların imanını kabul etmeyenler bizler değil, açık nasslardır:

“Bil ki, Allah (c.c)'dan başka ilah yoktur.” (Muhammed 19)

“Kim Allah (c.c)'dan başka ilah olmadığını bildiği halde ölürse cennete girer.” (Müslim)

Evet, kitaplarda sıralandığı gibi manasının ve şartlarının delilleriyle bilinmesi şart değildir. Fakat kelime-i tevhidin sembol olduğu şirkten teberriyi kişinin bilmesi lazımdır. Buda ancak buna delalet eden manayı bilmekle olur. Yazarın şeyhten yaptığı nakilde bunu destekler.

Kelime-i Tevhid’in bir versiyonu da Kelime-i Şehadet’tir. Kelime-i Şehadet’in manası şudur:“Şehadet Ederim ki, Allah (c.c)'dan başka ilah yoktur...” İnsanın bir şeye şahitlik yapabilmesi için mutlaka ona dair bilgisi olmalıdır. Bilgilerin seviyesi farklı olsa da özün bilinmesi şarttır.

Arap Lügatı’nda Şahitlik ve Şehadet’in iki ayrılmaz parçası “İlim” ve “Beyan”dır.

Lisanu’l Arap’da, İbn-i Side şehadet hakkında; Şahid bildiğini beyan eden âlim demektir. Müezzin ezan da “Eşhedü (Şehadet Ederim)” bilirim ve beyan ederim ki Allah (c.c)'dan başka ilah yoktur.” demektedir. Yine aynı kaynakta müfessirler “Allah (c.c) şehadet etti” ayetlerinde ki şehadeti “Allah (c.c) bildi” şeklinde anlamışlardır.[70]

Kişi Kelime-i Tevhitte Allah (c.c)’ın uluhiyyetine şahitlik eder. Peki, manasını bilmediği birşeye nasıl şahitlik edecektir.

“Allah (c.c)'ın dışında dua ettikleri şefaat hakkına sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler müstesna.” (Zuhruf 86)

İmam Kurtubi tefsirin de, “Onlar (dua ettikleri) şefaate sahip değillerdir. Ancak bilerek ilim ve basiret üzere hakka şahitlik edenler hariç.” Diyerek ayeti açıklamıştır.

Başka tefsirlere baktığınızda göreceksiniz ki; Âlimler ayette geçen “hak” kelimesini “Lailahe İllallah” diye açıklar. Bilerek şahitlik etmekte ilim ve basiret üzere şahitlik etmektir.

Laİlahe İllallah’ın insana dünyada fayda vermesi (İslam hükmü) için şu hadislere dikkat et:

“Ben insanlarla Allah (c.c)'dan başka ilah olmadığına ve benim onun elçisi olduğuma şahitlik edinceye kadar savaşmakla emrolundum” (Buhari-Müslim)

Bir rivayette “.... Taki bana ve benim getirdiklerime inanıncaya kadar onlarla savaşmakla emrolundum”

Bir rivayette de “Zekat ve namaz da eklenmiştir.”

Bir rivayette de “Kıbleye yönelip, namazımızı kılar, kestiğimizi yerse” ilavesi vardır.

 “Kim Allah (c.c)'dan başka ilah yok derse ve onun dışında ibadet edilenleri inkar ederse kanı malı haram olur” (Müslim)

Bu rivayetler kitabın giriş bölümünde kaynaklarıyla geçmiştir. Peki, bu rivayetler birbirini yalanlayan, çelişkili rivayetler midir? Asla! Bunlar insanlara hangi Lailahe İllallah’ın kendilerini koruyacağını beyan eder. Tevhid kelimesi kuru bir kelime değil, manası bilinerek söylenen bir kelime olmalıdır. Mesela son rivayeti düşünelim. Allah (c.c)'ın dışında ibadet edilenleri inkâr etmek Kelime-i Tevhid’in malı-canı koruma  şartı sayılmıştır. Peki, bu kelimenin içerdiği mananın bu olduğunu bilmeden söyleyen insan nasıl bu kelimeyle canını malını koruma altına alacaktır. Evet, bilgiler muhtelif seviyelerde olabilir, ama aslını herkes bilmek zorundadır.

İbn-i Abbas; “bir adam Rasulullah (s.a.v)’e Allah (c.c) adına sana soruyorum: Allah (c.c) mı seni ondan başka ilah olmadığına şehadet etmek; Lat ve Uzza’yı bırakmamız için gönderdi? Rasulullah (s.a.v) Rasulullah (s.a.v) “Evet” dedi. Adam Müslüman oldu.” (Ebu Dâvûd)

Amr bin Abese, Rasulullah (s.a.v)’a gelir, sen kimsin der? Rasulullah (s.a.v); “Allah (c.c)'ın Resuluyüm” diye cevap verir. Adam: “Allah (c.c) mı seni gönderdi?” deyince, Rasulullah (s.a.v) “Evet” der. Sonra adam “Peki ne ile gönderdi?” deyince Rasulullah (s.a.v): “Onu birleyip, ona hiçbir şeyi şirk koşmamakla gönderdi” der.” (Müslim)

Rasulullah (s.a.v)’ın Muaz (r.a)’ı Yemen’e öğretmen olarak gönderdiği kıssa meşhurdur. Rasulullah (s.a.v) ona “Onları ilk çağırdığın şey Lailahe İllallah olsun” der. Bir rivayette “onları Allah (c.c)'ı birlemeye çağır” bir rivayette de “Onları Allah (c.c)’a ibadet etmeye çağır” demiştir.[71]

Bu rivayetler hep birbirini açıklar mahiyettedir. Kelime-i Tevhid’in manası budur. Allah (c.c)'dan başka ma’bud yoktur. İbadet edilmeyi tek olarak hak eden odur. Ve onun dışında ibadet edilen tüm tağutlar reddedilmelidir. Başında ki “La” buna işarettir. Bir insan bunları böyle tafsilatlı bilmese de, özünü gerçekleştirecek, yani tevhidin sadece Allah (c.c)'a ibadet, şirkten teberri ve onun dışındakileri inkâr olduğunu bilecek ve öyle söyleyecektir...

Bir insanın manasını bilmeden söylediği Laİlahe İllallah kendine fayda sağlar görüşü ve şu hadis-i şerif’i düşün: “Kişi kabrinde sorgulanır. Sen bu kişi için ne diyorsun (Resulullah (s.a.v)’ı tanıyor musun?) Mümin: “O Allah (c.c)'ın kulu ve resulüdür. Bize hidayet ve açık delillerle geldi.” Münafık ise; “Bilmiyorum insanlar bir şey söylüyordu. Bende söyledim” der. (Buhari-Müslim).

Şu kişiye bak. İnsanlardan duyduğu ve manasını bilmeden söylediği söz onu ne hale getirmiştir.

İnsanın aklına şöyle bir şey gelebilir: “Rasulullah (s.a.v) döneminde bu kelimeyi söyleyenlerden kabul ediyor ve çoğunlukla manasını sormuyordu.” Bu zamanımızın en bariz şüphesidir.[72]

Deriz ki; O zamanki insanların hemen hepsi veya büyük çoğunluğu bu kelimenin manasını biliyordu. Şöyle ki;

a) Onlar Arap Lügatı’nın asıl sahipleriydi. Bu kelimeyi duydukları an ne manaya geldiğini anlamışlardı. Bundan dolayı da Rasulullah (s.a.v)’a düşman olmuş, Arap’ların kendilerine karşı geleceğini ve düzenlerinin bozulacağını anlamışlardı.

Allah (c.c) bir çok ayette Kur’an-ı Kerim’i Arapça Olarak İndirmesiyle, iyiliğini hatırlatmıştır.

“Bilen bir kavim için ayetleri arapça açıklanmış bir kitaptır.” (Fussilet 3)

”Bilen kavimden” maksat Kur’an-ı, Arapça’yı bilen o dönemin insanlarıdır. Tüm lügatçılar o dönemi Arapça’nın altın çağı sayarlar. Bu insanların İlah’ın yani Kelime-i Tevhid’in manasını anlamamaları mümkün müdür? “Yoksa o ilahları tekbir ilahmı yaptı? Bu şaşılacak bir şeydir” diyenlerde bu kavimdir.

b) O dönemde insanlar dili bilmekle beraber, Rasulullah (s.a.v)’ın davetini ve ayetleri de duyuyorlardı. Başta Mekke’liler olmak üzere, çevredeki Araplar; birinin peygamberlik iddiasında olduğunu, putları red ettiğini, atalarına müşrik ve ateşte dediğini biliyordu. Yani bu kelimenin neye sembol olduğu herkes tarafından malumdu:

c) Kelime-i Tevhid o dönemde İslam Alameti’ydi. Sadece Müslümanlar’a has olup, onları diğer insanlardan ayırıyordu. Bunu söyleyenin İslam’ına hükmediyorlardı. Fakat sonradan bu Kelime-i Tevhid’i hem müşrikler hem de Müslümanlar söyleyince alamet olmaktan çıktı. Günümüzde zerre aklı olan bir insan, bu kelime bizi müşriklerden ayırıyor. Muvahitten başkası bu kelimeyi söylemez diyebilir mi? Bu mesele risalenin girişinde geçti. “Âlimlerin şirk ehl-i bu kelimeyi söylese de İslamlarına hükmedilmez” sözünü tekrar oku ve düşün!

Şeyh Süleyman bin Sehman, Kitab-ı Tevhid Şerhi olan “Teysir’ul Aziz”de diyorki:

“Lailahe İllallahın manasını açıklayan ayetler çoktur: Manası, Allah (c.c)'ın dışındakilere ibadetten ve şefaatçilerden beri olup, Allah (c.c)'ı ibadette birlemektir. Allah (c.c)'ın kitaplar indirip, Resuller gönderdiği hak din budur. Ama insanın manasını bilmeden veya gerekleriyle amel etmeden, bu kelimeyi söylemesi veya tevhidin ne olduğunu bilmeden tevhid ehliyim demesi, bununla beraber Allah (c.c)'dan başkasına dua etmesi, onun dışındakilerden korkması, onun dışındakilere hayvan kesmesi, adak v.b ibadet çeşitlerini yapması tevhid için yeterli değildir.

“Bilakis böyle bir adam, ancak müşriktir. Kabir-perestlerin hali gibi (s. 140).”

“Şüphe yok ki müşriklerden biri bu kelimeyi söylerse, Rasulullah (s.a.v)’a da şehadet etse, ilahın ve resulun manasını bilmese, namazda kılsa, oruçta tutsa, hacc da yapsa, sadece insanlar böyle yapıyor diye yapsa ve Allah (c.c)'a şirk koşmasa dahi, bu kişinin Müslüman olmadığına bütün Mağrib uleması icma etmiştir. 11. asrın başında bütün Mağrib uleması böyle fetva vermiştir.”

Kabirperestler bundan daha şiddetlidir. Çünkü onlar uluhiyyetin farklı rablerde olduğuna itikat ederler (s. 80-81).

Dikkat et kardeşim. Bir kişi şirk dahi koşmasa, namaz, oruç ve haccını da yapsa, manasını bilmeden Kelime-i Tevhid-i söylediği için Şeyh Süleyman, Mağrib ulemasının fetvasını zikreder. Kendi döneminin yaygın şirki olan kabirperestler için ise “ve bunlar daha şiddetlidir” der. “Kabirperestler bu kelimeyi nutuk ederler. Lakin manasın da cahildirler. Ve amel etmezler gerekleriyle. Bu halleriyle bu kelimeyi söyleyip manasında cahil olan ve gereklerini yapmayan Yahudiler gibidirler demektedir.(s. 79)

“Kim Allah (c.c)'dan başka ilah olmadığına şahitlik ederse..” “..yani manasını bilerek, batın-zahir gerekleriyle amel ederek..” Muhammed Suresi 19 ve Zuhruf Suresi 86’ncı ayetler buna işaret eder. Fakat manasını bilmeden, gerekleriyle amel etmeden bu kelimeyi nutkun faydasız olacağında icma vardır. Hadis’te “Kim şehadet ederse” buyurulur. Kişi bilmediği şeye nasıl şahitlik edebilir ki? Bir şeyi mücerred söylemeye şahitlik denilmez.. (s. 53)”

Şeyh Abdurrahman bin Hasan, Kitab-ut Tevhid’in şerhi Fethul Mecid’de; “Bunu, ayetleri, nakilleri ve lügat boyutunu açıkladıktan sonra: “Böyle söylenmeyen bir kelime-i tevhid resmen faydasızdır” der.”

Söylediğimizi bir daha tekrarlıyoruz. Bu konuyu okumadan önce risalenin girişinde “Bir insan nasıl Müslüman olur” başlığını, sonra da buradaki açıklamaları oku. Yazarın boyundan çok büyük bir işe kalkıştığını anlayacaksın.

Necd ulemasının fetvalarını özellikle aktarmamdaki sebep; onlar bu döneme en yakın insanlardır. Onların döneminde de bu şirkler ortaya çıkmış ve şirki işleyenler, bizde olduğu gibi kendilerini İslama nispet eden, kelime-i tevhidi manasını bilmeden nutuk eden cahillerden ibarettir.

Yazar sayfa 8’de şöyle der: “Genel olarak dinin bütün konularında başta tekfir olmak üzere akidevi konularda, fıkhi konularda veya dinin en basit konularında konuşmak ancak ilimden sonra caiz olur.”

a.) Deriz ki; Peki asılların aslı olan, kitapların indiği, resullerin açıklayıp içeriğini hâkim kılmakla görevlendirildiği, Allah (c.c)'ın en sevgili kullarının uğruna her çileyi çektiği bu kelimeyi ilimsiz söylemek caiz olur mu?  Bu kitap, sünnet ve muteber ulema sözlerine aykırı olduğu gibi, akla da aykırıdır. Nasılki, insanın manasını bilmediği ve aleyhine olan bir söz hükümsüzse, insanın lehine olup manasını bilmediği bir sözde hükümsüzdür.

Allah Rasulünün (sav) ve sahabenin, çektikleri bunca çile ve eziyet, bu kelimenin mücerred nutuk edilmesi için miydi acaba? İnsaf!

b.) Yazar’ın Şeyh Makdisi’den aktardığı şu cümleleri ve kendi vakıanı düşün. Şeyh:

“İslam’ın aslına yapışıp şirk ve imanı bozan unsurlardan sakınırsa La İlahe İllallah’ın manasını tafsilatıyla bilmese de tekfir etmeyiz.” der. Sonra da “Bugün yaşlıların çoğu böyledir.”der.

Şimdi Kardeşim. Şeyh Makdisi’nin yaşadığı yeri de insanlarını da bilmeyiz. Onun yaşadığı yerde insanlar böyle olabilir. Kelime-i Tevhidin manasını tafsilatıyla bilmese de, gereği olan ve onsuz İslam’ın sahih olmadığı Tevhidi tahakkuk edip şirkten beri olabilirler.

Zaten bizim önceki sayfada anlattığımız da buydu. Kişilerin ilim seviyesi farklı olabilir. Ama özü noktasında herkesin bilgi sahibi olması şarttır. Şeyhin bahsettiği kişilerin çoğu şirkten ve İmanı bozan unsurlardan kaçınıyormuş.

Şimdi ben sana Âlimlerin üzerinde icma ettiği imanı bozan unsurları sayacağım. Sen bak, senin etrafında ki insanlar bu fiillerden uzak mı? Yoksa bizzat içinde mi? Şeyhin söylediği doğrudur! Ama “yaşlıların çoğu böyledir” sözü değişebilir. Bir yerin insanı öyle diye, her yerin insanı öyle olacak diye bir kaide yoktur. Hatta, alimlerin dinden çıkaracağın da icma ettiği fiilleri ve sözleri okurken yaşlılara değil, sen etrafında ki şuurlu geçinen gençlere bak!!!

Şeyh Muhammed İbn-i Abdulvehhab: Ümmetin üzerinde icma ettiği imanı bozan unsurları toplamıştır. Peşinden de şöyle söylemiştir. “Bunlar da (10.maddede) ikrah altın da olan dışında korkarak, ciddiyetle veya şaka yaparak bunları yapan arasında fark yoktur.(yani küfre girer.)

1.)    Tek ve ortağı bulunmayan Allah’a ibadette şirk.

“Allah kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz. Bunun dışındaki suçları dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa gerçekten koyu bir sapıklığa düşmüş olur.” (Nisa 116)

2.)    Kim kendisiyle Allah arasına, dua ve şefaat talep edeceği aracılar koyarsa, şüphesiz bu icma ile küfürdür.

3.)    Kim müşrikleri tekfir etmez, görüşlerini doğru bulur, yada kâfir oldukların da tereddüt ederse icmaen kâfirdir.

4.)    Kim Resulullah (s.a.v)’ın metodundan veya hükmünden daha uygun ve güzel bir şey olduğuna inanırsa kâfirdir. Tağutun hükmünü, Resul un hükmüne tercih edenler gibi.

5.)    Kim Resulullah (s.a.v)’ın getirdiği hükümlerden birine buğz ederse icmayla kâfirdir.

“Bunun sebebi, Allah'ın indirdiğini beğenmemeleridir. Allah ta onların amellerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed 9)

6.)    Kim Allah’ın dininden bir şeyle veya onun ecir ve cezasıyla alay ederse kâfir olur.

“Eğer onlara soracak olursan, `Biz lafa daldık aramızda eğleniyorduk derler.' De ki; "Allah ile, Allah'ın ayetleri ile ve Peygamber ile mi alay ediyordunuz?" (Tevbe 65)

“Uydurma bahaneler ileri sürmeyiniz. İman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Bir kısmınızı affetsek bile, ağır suçlu olduklarından dolayı diğer kısmınızı azaba çarptıracağız.” (Tevbe 66)

7.)    Büyücülük ve sihir yapan kimse. Kim sihir yapar ve razı olursa kâfir olur.

8.)    Müşriklerle müsamahakâr olan ve onların yanında Müslümanlara karşı yer alan kafir olur.

“Ey müminler Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez.” (Maide 51)

9.)    İnsanlardan bazısının Peygambere tabii olmayabileceğine inanan; Hızır (as)’ın, Musa (as)’nın şeriatına uymadığı gibi, bunlarında Resule, şeriatına uymayacağına inanırsa kâfir olur.

10.)                        Allah’ın dininden yüz çevirmek onu öğrenmemek, onunla amel etmemek küfürdür.

“Kendisine Rabb'inin ayetleri hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenden daha zalim kim vardır? Muhakkak ki biz, suçlulardan öç alıcıyız.” (Secde 22)[73]

Evet, kardeşim, şeyh[74] genel ulemanın üzerinde icma ettiği ve en çok yaygın on imanı bozan unsuru işte böyle toplamıştır. Hemen her fıkıh kitabının riddet bölümünde bir kısmını mutlaka buluruz. Şimdi çevrene şöyle bir bak. Bu fiilleri düşün. Sonra şeyh Makdisi’nin sözünü düşün! Sonra da; yazarın muvahhidleri eleştirmesine bak!

Biz şeyh Makdisi’nin bölgesinde yaşayanların böyle olup olmadığını bilmeyiz. Şeyhin sözüne inanır peşine düşmeyiz. Ama eğer yazarın kabul ettiği ölçüde buysa “bir insan kelime-i tevhid’in manasını bilmese de, şirkten ve imanı bozan unsurlardan mutlaka sakınması gerekiyorsa” işte imanı bozan icma edilmiş unsurlar! VE İŞTE TOPLUM!!!   

 

 

 

KÜFÜR İÇERİKLİ METİNLERE İMZA

(MEMURLUK OLAYI)

Yazar bu bölümde âlimlerin “yazı söz gibi olur mu?” kaidesindeki ihtilafı aktarmıştır. Sonuç olarak ta küfür içeren metine imza atmanın küfür olmayışı, haram olduğu sonucuna ulaşmıştır. Doğal olarak da “Memurluk yapanlar ayrıca bir küfür işlemedikleri sürece, sadece memurluk andına imzayla kâfir olmaz” sonucu çıkarılmıştır.

Bu konu Türkiye’de tartışılan ve bilinen konulardandır. Özellikle T.C ‘de imamlık yapılır mı? Meselesiyle gündemi hep işgal eden meselelerden olmuştur.

Allah izin verirse meseleyi aydınlatacak birkaç noktayı izahtan sonra yazarın ilginç tespit ve neticelerine geçeceğiz.

1.) YAZI; KİŞİ İNKÂR ETMEDİĞİ SÜRECE HÜCCETTİR!

“Ey müminler, birbirinize belirli bir süre sonra ödenmek üzere borç verdiğiniz zaman bunu yazın. İçinizden biri bunu dürüst bir şekilde yazsın. Yazan kimse onu Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmayı ihmal etmesin. Bu hesabı yazıcıya borçlu taraf yazdırsın. Ama Rabbi olan Allah'tan korksun da bu hesabı yazdırırken hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Eğer borçlu taraf aptal, zayıf ya da nasıl yazdıracağını bilmeyen biri ise yazdırma işlemini onun yerine dürüst bir şekilde velisi yapsın.” (Bakara 282)

Yazı kabul edilen hüccet olmasaydı Allah yazmaya irşad etmezdi.

Firavun "Peki, bizden önceki kuşakların durumu ne olacak?" dedi. Musa dedi ki; Onlara ilişkin bilgi Rabb'imin katındaki kitapta yazılıdır Benim Rabb'im ne yanılır ne de unutun" (Ta-ha 51—52)

“Her insanın amelini halka yapıp boynuna takarız. Kıyamet günü açık olarak bulacağı bir amel defteri önüne çıkarırız. Herkese Oku kitabını, bugün sen kendin için yeterli bir muhasebecisin " deriz.” (İsra 13-14)

Hadiste “Şüphesiz Allah, ilk olarak kalemi yarattı. Ona “yaz” dedi.[75] “Neyi yazayım” deyince? “Kıyamete kadar olacakları” dedi!”

Allah c.c. hem kader ilmini, hem de insanları hesaba çekeceği amellerini yazmıştır. Doğru sözlülüğünde şüphe olmayıp hesap görenlerin en adaletlisi olmasına rağmen, ilmiyle değil yazdıklarıyla insanı hesaba çekecektir. Yani yazı hüccettir.

Sahabe Kur’an-ı Kerim’i yazmıştır. Ve icma vardır ki; bugün mushaflarda yazılı olan Kur’an’la herkes mükelleftir. Eğer yazı hüccet olmamış olsa, bu olmazdı.

Resulullah (s.a.v) hadislerinin yazılmasına müsaade etmiştir. İlk etapta bazı noktaları esas alıp, hadis yazımından nehyetsede, sonra müsaade etmiş, ve yazmanın cevazında icma hasıl olmuştur.

Ebu Hureyre(r.a): “Resulullah (s.a.v)’ın ashabı içinde Abdullah bin Amr (a.s) hariç benden daha çok hadis bilen yoktur. Çünkü Abdullah yazar ben yazmazdım.” (Buhari) der.

Veda haccında, Resulullah (s.a.v) hutbesini bitirmiş ve Yemen’li bir adamdan hutbeyi yazmasını istemiştir. Resulullahda (s.a.v)  ashabına ; “Filan kişiye bu hutbeyi yazdırın buyurmuştur.”(Buhari)

Resulullah (s.a.v) insanlara dini tebliğ ederken sözlü anlatım metodunu kullandığı gibi, yazı yoluyla da tebliğ etmiştir. Siyer kitapların da Resulullah (s.a.v)’ın çevrede ki imparator ve emirlere mektuplar yazarak davette bulunduğu anlatılır. Onun yazısına muvafakat ve muhalefete göre de onlara tavır alınmıştır.

Sahih rivayetler de; Meliklere mektup yazmak isteyince, onlar mühürsüz mektup okumaz uyarısı üzerine, Nakşı “Muhammeden Resulullah” olan, üç satır şeklinde bir mühür edinmiştir.

Sonradan gelen bizlerin ilmi ve imanı yazıya bağlıdır. Hiçbirimiz Allah ve Resulünü görmüş değiliz. Onun ağzından dökülenler yazı ile bize ulaşmıştır. Resulullah (s.a.v) bu noktaya şöyle işaret etmiştir. “Bir gün sahabeye şöyle sorar;

 İman yönünden insanların en şaşılacak olanı hangisidir?

Onlar: Melekler derler.

O (s.a.v): “Onlar nasıl iman etmesinler ki rablerinin yanındadırlar.“ der.

Sahabe: “Enbiyalardır” der.

O (s.a.v):”Nebiler nasıl iman etmesin ki onlara vahiy geliyor.” der.

Sahabe: “Bizleriz” deyince,

O (s.a.v): “Siz nasıl iman etmezsiniz ki ben sizlerin arasındayım.”

Peki, “Kim ey Allah’ın Resulu” dediler.

Resulullah (sav): “Sizden sonra gelecek bir kavimdir. Sahifeler bulurlar ve onlara iman ederler.” diye söyler.

Bir rivayette de: “ Onlara iki levha arası kitap gelir. İçindekine İman eder ve onunla amel ederler.”[76]

Buraya kadar serd edilen delillerde yazının lehte ve aleyhte hüccet olduğu ortaya çıkar. Başlıkta belirttiğimiz “inkâr etmezse” sözünden kastımız ise;

Bir yerde insana ait bir yazı bulunursa şu ihtimaller ortaya çıkar:

1-Yazıyı başkası yazmış olabilir.

2-Kendisi bir başkasının sözünü not mahiyetinde bir yerden bir yere aktarmış olabilir.

3-Eskiden belirtildiği gibi kalem denemesi yapılmış olabilir.

Bu sebepten ötürü yazının sahibine sorulur, “bu yazı senin midir?” Eğer yazının kendine ait olduğunu kabul ederse ve yazdığı amacın da yukarıdaki gibi özür olacak sebeplerden olmadığı ortaya çıkarsa bu yazı o şahsın lehine ve aleyhine hüccet teşkil eder.

Bu kişinin yazıyı kendisi yazması halindedir. Zaten var olan bir yazının altına KABUL EDİYORUM diye imza atarsa, o zaman imza atana yukarıdaki sorular değil, sadece bu imza “sana mı ait?” diye sorulur. Çünkü kendide kâğıtta ne olduğunu biliyor ve imza atıyor. Yani yazıyla alakalı ihtimaller ortadan kalkmış; imza ile ilgili olarak, “o kişiye ait mi? değil mi? İhtimalleri ortaya çıkmıştır.” Bugün memurların hiçbiri imzanın kendine ait olmadığını iddia etmez. Çünkü imza kendisine ait olmasa asla o göreve gelemez.

2.) KİŞİNİN İÇİNDE OLDUĞU VAKIA’YI BİLMEMESİ AFETTİR.

Şer’i delilleri bilmek doğru için ne kadar önemliyse, şer’i delilin tatbik edildiği vakıayı bilmekte o kadar önemlidir. Çünkü insanın delillerle ilişkisi onu tasdik edip, amel etmesi ile alakalıdır. Tasdik edilen bir delil, amel edilince, onun ayrılmaz parçası vakıanın ilmi olur. Bazen insanın elindeki delil sahih olur, fakat vakıa dan bi haber olduğu için ıslah edeyim derken ifsad eder.

 “Resulullah (s.a.v) zamanında bir adam gazvede yaralandı. Sonra ihtilam oldu. Sahabeye sorunca yıkanması gerektiğini söylediler. Adam yıkandı ve ardından hastalanarak öldü. Durum, Resulullah’a zikredilince “Onu öldürdüler, Allah’ta onları öldürsün. Bilmediklerinde sormazlar mı? Şüphesiz cehaletin ilacı sorudur. Zira o kişiye teyemmüm yeterdi.”buyurdu” [77]

Bu olayda, sahabe doğru fetva vermiştir. Çünkü Allah Kur’an da ki iki teyemmüm ayetinde “Eğer su bulamazsanız teyemmüm edin” buyurmuştur. Soru soran adam da suya sahip olduğu için sahabe gusl alması gerektiğini söylemişlerdir. Hata nerededir? Delinin uygulandığı vakıa, delilin mahalli değildir. Çünkü adam yaralıdır. Su ona zarar verecektir. Bundan dolayı Resullullah (s.a.v) şiddetle kızmıştır.

Delil ve vakıa arasındaki ilişki bu kadar önemliyse, âlimlerin sözlerini her vakıaya uygulayan insanın hali ne olacaktır. Âlimin sözü delil değil, delilden elde ettiği neticedir. Ve bu söz belli bir zaman ve mekânda söylenmiş bir sözdür. Bundan dolayı İslam, insanları delille mükellef kılmıştır. Selef de, meydana gelen olaylarda, yaşayan âlimlere sorularını sormuşlardır.

Başlıklar bir birine uyuyor diye bin sene öncenin sözlerini insanlara dayamakta fıkıhsızlığın ayrı bir boyutudur. Bu konuda âlimlerinde sert uyarıları olmuş, alimler vakıa ilminin önemine dikkat çekmişlerdir.

İmam Karrafi; “Menkulatta sıkışıp kalmak, her zaman sapıklık, selefin ve alimlerin maksadında cehalettir.”

İbn-i Abidin; “Müftü kitaplarda nakledilenle yetinir. Zamanı ve ehli gözetmez ise çok hakkı zayi eder. Zararı menfaatinden büyük olur.[78]

İbn-i Kayyım; “… Ömrün boyunca kitaplarda nakledilene cumud etme. Senin ikliminden (bölgenden) olmayan biri sana gelirse, kendi ikliminin örfüyle ona fetva verme, onun örfünü sor, onun örfüne göre fetva ver, kendi örfünde veya kitabında yazılanla fetva verme (sonra İbn-i Kayyım yukarıda geçen İmam Karrafi’nin sözünü ona nispet etmeden söyler) ve... Kim insanlara, örf, adet, zaman, mekan içinde oldukları halleri ve karinelerinin farklılığına rağmen sadece kitaplarda nakledilenle fetva verirse Hem Sapar, Hem de Saptırır… (İ’lam el-muvakkin 3/89)”

Âlimler bir dönemde her meselede konuşmuş ve o meseleyle ilgili söz sarfetmiş olabilirler. Meseleler arasındaki benzerliklerden dolayı mahiyet ve hakikat tamamen farklı olmasına rağmen, o sözleri delil almak, yukarıdakilerin haline düşürür insanı. Evet o âlimler “yazı söz yerine geçer mi” noktasında ihtilaf etmiş olabilirler. Ama açık küfre imza atan ve onu kabul edende ihtilaf ederler miydi acaba? İşte burası meçhuldür? Hatırlarsanız, okul meselesinde şunu görmüştük. Okul meselesinin en can alıcı noktası olan “Küfre rıza küfür müdür” kaidesinde ihtilaf etmişti alimler. Ama aynı mezhebin alimleri, kiliseye giden, onların ayinlerine katılan, onların bayram yerinde o gün bulunanın İslam’ını ilan etse de kâfir olacağını belirtmişlerdi.

Maalesef Türkiye’nin en yeni sıkıntılarından biri budur. Vaki olan bir mesele de, içindeki cüziyet baz alınarak alimlerin hilafı gündeme getirilir. Böylece tevhid ve şirk meseleleri sulandırılır. Oysa çoğu yerde bakarsınız ki âlimler o cüziyette ihtilaf etseler de, meselenin külliyatında ittifak halindedirler...

Şu fetvayı ve icmaları dikkatlice inceleyin. Âlimler yazı söz gibi midir konusun da ihtilaf etseler de Allah (c.c)'ın dinini değiştirenleri meşrulaştıranlar için bakın ne demişlerdir:

Kadı İyaz,“Tertib’ul Medarik ve Tekribul Mesalik” kitabında 7’nci Cilt 274’ncü sayfada şöyle diyor: “İshak bin Azire, İbn-u Ebi Yezid onu övdü. Çünkü ona Ubeydilerin hatiplerinin hükmü soruldu ve denildi ki, hatipler sünnidir (Ehl-i sünnettir). İmam Azire, onlara dedi ki; o hatipler dua ederken, (minberde) “Allah'ım sen hâkim kuluna ve yeryüzünün varislerine salât getir” demiyorlar mı? Evet dediler. İmam Azire şöyle dedi: Peki bir hatip, hutbesinde Allah’ı ve Resulullah (s.a.v)’ı övse ve övgüsünü de güzelleştirse, sonra Ebu Cehil cennettedir dese kâfir olur mu? Evet dediler. Dua ettiği hakim Ebu Cehil’den şiddetlidir dedi.”

Kadı İyaz devamla; “Davudi bu meseleden soruldu! Dedi ki; Onlar için hutbe veren ve Cuma günleri onlara dua eden hatipleri Kâfirdir. Tevbeye çağrılmadan öldürülür. Zevcesi ona haram olur. Mirası olmaz, mirasta alamaz. Tüm ahkâmı, kâfirlerinki gibi olur... Arkasında korkuyla namaz kılan iade eder. Kaçma imkânı bulunduğunda orada ikamet etmez, onun çoluk çocuğunun çok olması da ona özür olmaz.”

Kadı İyaz devamla; Keyrevan âlimlerinden El-kibrani’ye soruldu? Ubeydiler’in kendilerine dua etmeye zorladığı adam onlara dua edecek veya ölümü seçecek!!! Dedi ki; ölümü seçecektir. Kimsenin bu konuda özrü yoktur. Ancak Ubeydiler o beldeye girdiğinde onların halini bilmeyenler müstesna. Ama halleri anlaşıldıktan sonra herkese kaçmak şarttır. Orda ikamet edip kaçmadıktan sonra kimsenin özrü yoktur. Çünkü Allah (c.c)'ın şeriatının iptal edilmesinin talep edildiği yerde ikamet caiz değildir. Orada ikamet eden bazı âlimlerde Müslümanlar dinlerinde fitneye düşmesin diye orada bulunmaktadırlar.

Kadı İyaz devamla; Cebele bin Hamud, Rebi-i el-Ketten, Ebu Fadl El-Humusi, Mervan bin Nasrun, Es-sebbci, El-cebinani, böyle söyler ve böyle fetva verirdi (Bu fetvaları Ebu Katade El-Filistini 7 sayfa şeklinde Mühim Fetva başlığıyla yayınlamış ve yorumlamıştır. İnternet sitesinde ve Şeyh Makdisi’in internet sitesinde yayınlanmıştır.)

Şimdi kardeşim, Ubeydiler, Fatımiler; bunlar şianın aşırılarındandır. Zahir olarak islamı izhar etmiş, fakat küfürlerini gizlemişlerdir. Yaşadıkları yerlerde insanlarının tepkisini çekmemek için, kadılar, müftüler olmuştur.

Muhammed bin Abdulvahap onları şöyle anlatır: “Beni Ubeyd el Kaddah denir, onlar ki beni Abbas zamanında Mağrib’in ve Mısır’ın mülkünü ellerinde bulunduruyorlardı. Hepsi Allah (c.c)'dan başka ilah olmadığına Muhammed (s.a.v)’in onun resulü olduğuna şahitlik ediyor, İslam’ı iddia ediyor, Cuma namazlarını aksatmıyor ve vakit namazlarını cemaatle  kılıyorlardı. Ne zamanki bizim içinde olduğumuzdan daha basit Şer’i muhalefetler izhar ettiler, ulema onların küfürlerinde icma etti”[79]

Böyle bir devlete imamlık yapan, onlara hatiplik yapanları âlimler tekfir etmiştir. Velevki o onlar gibi düşünmeyip ehl-i sünnet itikadında olsa da. İbn-i Azire, böyle yöneticilere dua etmeyi Ebu Cehil’e dua etmekle bir tutmuştur. Peki bu zamanın sistemi, ve ona imamlık yapanlar, sisteme dua edenler… Dikkat edersen Kadı İyaz, İbni Azire’nin bu hatipleri tekfir edişini, onun için övgü kaynağı sayıyor. Birde bu alimleri şöyle bir vakıa karşısında düşün. İmam onlara dua etmekle beraber, onların küfürlerine bağlı kalacağına yemin ediyor?

Muhammed bin Abdulvahhab’ın, onların tanımlamasına bak. İzhar ettikleri şer’i muhalefet, onun zamanında olan kabir şirkinden basit olmasına rağmen “âlimler küfürlerinde icma etti” diyor.

Kitapların sayfa aralarında ihtilaflar arayıp, o ihtilaflarla Müslümanları aldatan, meseleleri sulandıranlara ALDANMA...

Tekrar konumuza dönersek, demiştik ki; Vakıayı anlamadan âlimlerin kitaplarda aktardığı fetvaları aktaranlar hem saparlar hem de saptırırlar. Önceki sayfada verdiğimiz örnek, inanıyorum meseleyi açıklığa kavuşturmuştur. Memurluğa imamların meselesiyle bir giriş yapmıştık. Şimdi de tüm memurluklar ile ilgili kaidelerden, yazarın yanılgı ve yanışlarından bahsedelim;

a)Yazar âlimlerin ihtilafını aktarmıştır. Fakat bugün memurların neye yemin ettiğini ve nasıl yemin ettiğini aktarmamıştır. Biz sana aktardık. Memurluk yasası olan 657. maddenin 6’ncı fıkrası; “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na, Atatürk İlke ve İnkilapları’na, anayasada ifadesini bulan Türk milliyetçiliğine, sadakatle bağlı kalacağımı, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına milletin hizmetinde olarak tarafsız ve anayasanın temel ilkelerine dayanan milli, demokratik, laik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yarar ve sorumluluklarımı bilerek bunları davranış halinde göstereceğime namusum ve şerefim üzerine yemin ederim.”

Memurun andı budur. İçinde onlarca küfür içeren bu and’a, yazarın anlattıklarına ve âlimlerin fetvalarına yeniden bir göz at kardeşim…

b) Bu metinde aslolan imzalamak değildir. Asıl olan, o birimin amiri huzurunda bu yemin hep beraber yapılır, daha sonra da memur ve amiri bunun altına imza atar. Yani asıl olan bunun sözlü olarak icra edilmesi ve sonra imza atılmasıdır. Uygulama olarak çoğu yerde yaptırılmıyor oluşu ise buna imza atan memurların iddiasıdır. Nutuk ettiklerinde kimsenin bunun küfür oluşunda şüphe etmeyeceğini bildikleri için böyle derler. Eğer bu yaptıkları herkese göre en azından Büyük günah veya haramsa bu fasığın sözüne nasıl güveneceğiz. Çünkü madde de ve uygulanışında ağızla söylettirilip, imzalatılması vardır. Şer’i kurallara bağlılık, duygusal olmama, usul teraneleriyle, kendini kandıranlara...

c) Bu anlaşmanın kendisiyle yapıldığı sistemde “Yazı söz yerine geçer mi” diye bir ihtilaf yoktur. Ve İmza, her yer ve her uygulamada ağızla kabulün yerine geçer. Hatta çoğu yerde ses kaydı %60 delil sayılırken, sahibine ait olduğu belli yazı ise daha kuvvetli delil olarak alınır. Böyle bir vakıada 1000 sene önceki âlimlerin yazı söz gibi midir? İhtilafını getirmenin anlamı nedir?

d) Yazar “yazı söz yerine geçer mi?” ihtilafını aktarırken, âlimlerden nakiller yapmıştır (s. 25). Yazıyı mutlak olarak söz gibi kabul etmeyen âlimler, neden böyle söylediklerinin illetlerini açıklamışlardır. Bakalım memurluğa imza atan buna dâhil olur mu?

-Hanefiler: Hadlerde yazı olmaz. Çünkü hadler, şüphelerle kaldırılır, derler. (Bu konuda hadis vardır: “Hadleri şüphelerle def ediniz.”).

-Cumhur ise; Yazı ihtimallidir. Kişi kalemini denemek, ehlini üzmek, yazısını güzelleştirmek v.b sebeplerle yazıyı yazmış olabilir, derler. (İslam Fıkhı Ansiklopedisi 9/303-305).

Dikkat edersen âlimler yazının genel manada hüccet oluşunda müttefiktir. Fakat ihtimal vuku bulunca veya yazı sahibi başka niyetle yazı yazarsa bunda ihtilaf edilmiştir.

Şimdi sana soruyorum. Memur velev o yemini ağzıyla yapmayıp imzalasa bile bu şüphelerden hangisi mevcuttur. Kalemini deniyor ya da yazısını güzelleştirme ihtimalimi var diyeceğiz. Hem memur (yani imzanın sahibi) imzanın ona ait olduğunu inkar etmiyor ki..!

Hanefilerin dediğine gelince; tekfir ve had aynı şeyler midir? Hem had uygulama Kada-i bir işlemdir. Buda bizim işimiz değildir. Mesela, yakinen zina yaptığını gördüğümüz birine, şahit getiremediğimiz de veya şimdiki gibi İslam devleti olmadığı zamanlarda had uygulanmaz. Fakat biz ona muamelemizde (tevbe etmedikçe) fasık muamelesi yaparız.

e) Daha öncede kısaca değindik. Bir daha hatırlatalım. Âlimlerin üzerinde ihtilaf ettiği mevzu; lehte ve aleyhte herhangi bir yazının falanca kişiye ait olup olmadığıdır. Bizim konuştuğumuz meselede ise, yazı sistem tarafından belirlenmiştir. Memurda o yazının içeriğini bilerek yazının altına “Kabul Ediyorum” manasında imza atar. Bu sistemde imza, dil ile telaffuz edilen “Kabul Ediyorum” ile aynı şey, hatta daha kuvvetli bir delildir.

Şimdi bu risalenin yazarı veya böyle düşünen biri “aleyhine olan 100 milyarlık bir senede imza atar mı?”  Düşünün, Müslümanların kadısı var. Ve bu ülkede yaşıyoruz. Her şeyin imzayla hallolduğu... Siz böyle bir senede veya çeke imza attınız. Kadı’nın karşısına çıktınız. Ben parayı vermeye niyet etmedim, ben.....!! Eski alimlerin zamanında bu sözleri kaale alacak bulunsa da, günlük basit işlerinde leh ve aleyhte ikrarlarda imzayı kullanan bir toplumda kaale alınmaz.

f) Yazının başında da belirttik. Şeriat (Yani delil) ile vakıa uyuşmalıdır. İlk bölümde saydığımız delillerle: “Şeriatın sahibine ait olduğu belli olan yazıyı hüccet kabul ettiğini aktardık” bu vakıada imzanın ağızla ikrar yerini tuttuğunu görmüş olduk.

Yazarın: Şeyh Makdisi’den yaptığı iki alıntı vardır (26-27). Birincisinin konuyla uzaktan yakından alakası yoktur. Müşriğin yanında çalışmak küfürdür diyen hiç kimse yoktur.

İkincisinin ise, “önceden aktarmış olduğumuz delillerde, hükümet görevlerinde yer almak konusunda önemli ayrıntılar vardır. Bu görevlerden sahibini İslam’dan çıkartmayan yani masiyet ve büyük günah olanları vardır. Bazıları ise kişiyi küfre sokabilir. İçinde küfrün yasasına saygı göstermek için and olan ve beşeri yasayı korumak için nöbet olan görev ile vergi tahsilâtçılığı bir değildir… Bu görevde bulunanlar şirke, günaha ve harama girmektedir. Herkes kendi durumuna göredir. Şüphesiz ki onlar arasında inatçı, müşrik, sapık ve tevil sahibi fasık kimseler vardır. Bu insanların bazılarının durumların karışık ve gizli olması nedeniyle cehalet sahibi mazur olanlar vardır. Diğerleri ise durumunun açık olması nedeniyle cehaletleri mazur görülmez. Bunun için ayrıntıya gitmek kaçınılmazdır. İlim talebesi “bu şirktir veya küfürdür sözü” ile “falan müşriktir veya kâfirdir” sözü arasında olan farkı bilir. [80]

a) Şeyh Makdisi kesinlikle imza meselesine girmemiştir. Sadece umumi olarak hükümette görev almaktan söz ediyor. Böyle bir sözü bu meselede “küfür metnine imza” başlığıyla sunmak yazarın garipliklerindendir. Yazar herhangi bir kitapta konuyla benzerlik arzeden cümle gördü mü, hiç bağlam ve içeriği düşünmeden hemen uç uca bağlamayı adet etmiştir.

b) İçinde küfrün yasasına saygı olan and görevini şirk görevleri arasında saymıştır. Yazının sonunda bazıları karışık olduğu için cehaleti özür, bazısı açık olduğu için özür değil diyerek meseleyi karambole getirmeye çalışmıştır. Şimdi; küfür yasasına saygı olan and, acaba şeyhin yanında sahibi mazur görülen cinsten midir? Bu belli değildir yazının içinde. Ta ki yazar bizim konumuza delil getirsin.

Şeyh Risalede “onların küfri kanunlarına iştirak veya bulunduğu vazifede onların kanunlarına ihtiram, tağutlarına vela(dostluk) üzere and olursa veya kanunlarına ve onun kullarına müslümanlara karşı yardım olursa açık küfürdür” (22. hata sayfa 301).

Şimdi aklı başında her insan anlar ki, şeyhin yukarıdaki nakli yazarı değil, bizleri destekler. Çünkü küfür kanunlarına and içmeyi zahir küfürden saymıştır. Yazarın naklinde de bu sınıfa giren fiillerin (açık olanlarının) sahiplerinin şirk ehli olduğunu belirtmiştir.

Şeyhin başka yerde bu sözüne muhalif sözü var mıdır? Onu bilmiyorum. Sadece yazar delil olarak aldığı için beyan etmek istedim. Şu düşüncemi de bu satırlarla beraber aktarayım: Ömrümde birçok reddiye ve normal kitap gördüm. bugüne kadar ne yazdığını bilmeyen,  anlattığı meseleler de ortamla ve getirdiği söz arasında bu denli kopukluk olan başka bir kitap görmedim. Yine bunca seviyesiz bir kitap oluşuna rağmen bu denli iddialı olanını da ilk defa gördüm.

c) Şeyhin bulunduğu yerle, konuştuğu vakıayla bizim ülke arasında uçurum vardır. Bu yazarın anlamadan yaptığı nakilden de açıkça anlaşılır. Yazar cezaevinde olmamış olsa, kopyala-yapıştır usulünü kullandı galiba derdik!

“İçinde küfrün yasasına saygı göstermek için and olan ve beşeri yasayı korumak için nöbet olan görev ile vergi tahsildarlığı görevi bir değildir”

Şeyhin konuştuğu ülkede, vergi memuru ile içinde yasaya and olan görevler farklı farklıdır. Fakat bu ülkede vergi memuru da, imam da, polis de, öğretmen de küfür yasasına bağlılık, saygı, anayasaya dostluk üzere yemin ederler. Hepsi 657 memur yasasına tabidir. Bu dahi iki vakıa arasında fark olduğunun bariz delilidir.

Keşke yazar cihat şeyhleri diye diye kafamızı şişirdiği şeyhleri tanımış olsaydı. Şeyh Ebu Katade’nin fetvalarında tam konumuzla alakalı yazarı destekleyecek fetvalar vardır. Tartışmayı “Yazı, söz gibimidir?” üzerinden yapan yazar, ne bu şeyhleri tanıyor, nede tanıdıklarından bir şey anlıyor!

ASKERLİK MESELESİ VE İKRAH

Bu tağutlara gönüllü asker olmanın küfür olması noktasında ihtilaf yoktur. İhtilaf: Zorunlu askerlik olan ülkelerde, tevhidin aslına sahip olan insanların ikrah v.b sebeplerden askerlik yapmalarıdır. Kur’an ve sünnet’in, küfür sözü ve fiiline cevaz veren ikrahın şartlarını net ve madde madde ortaya koymaması müçtehitlerin ihtilaf etmesine sebep olmuştur. Birine göre ikrah için gerekli olan şart, bir diğerine göre ikrah için şart değildir. Âlimlerin farklı şartlar zikretmesi, kiminin ikrahın alanını dar tutup kiminin de geniş tutması muasır tevhid ehlini ihtilafa düşürmüştür.

Mevcut konjektür de ikrah ruhsatına sığınarak zorunlu askerlik görevi yerine getirilir mi? Tevhidin aslına sahip olan Müslümanlardan biri bunu yaparsa hükmü nedir?

Herkes bunlarda tanınmayanların ve genel olarak içinde oldukları taifenin hükmüyle muamele göreceğinde müttefiktir. Bunlardan tanıdıklarımız savaş halinde onların hükmündedir. Fakat normal zamanda bunlara nasıl muamele yapılacaktır?

Risalenin yazarı 27 ile 30. sayfalar arasında müçtehit imamların ikrah hakkında ihtilaflarını dile getirmiştir. Hepsinin şartlarını zikretmiştir. Ancak bu ikrah şartları günümüzdeki askerlik şartlarına uyar mı? Buna değinmemiştir. Ayrıca yazarda dünya hükmünde onlara kâfir muamelesi yapılacağını ancak, imtina sıfatı ortadan kaktığı zaman, yani onları yargılama imkânı olduğunda, tekfir manilerinin bulunup bulunmadığına bakacağımızı söylemiştir. Bu konuda var olan ihtilafın lâfzî bir ihtilaf olduğuna inanıyoruz. Ve ihtilafın muteber ihtilaf sınıfına girdiği kanaatindeyiz. Yanlız risalede zikredilen ve genel olarak ikrah hakkında yanlış bilinen birkaç noktaya temas etmek istiyoruz. Bu vesile ile insanların kaçırdığı veya yanlış anladığı birkaç noktayı izah etmiş olalım.

İkrah ayeti umumi olup hiç tahsis edilmemiştir. Yani her ne kadar ikrah için belli şartlar zikretselerde bunlar içtihat’tır. Kur’an ve sünnet sınır çizmediği için kişi ikrah gördü ise o amele yanlış deriz. Ama tekfir edilmez. Yazar, böyle olmasa da buna yakın bir ifadeyi (ikrah ayetinin umumu üzere olduğunu söyler) sayfa 30 da sonuç olarak ifade eder.

Deriz ki; Gerek yazarın gerekse yanlış anlayan insanların bu düşüncesi sahih değildir. Evet, âlimlerin ikraha getirdiği şartlar içtihadidir. Ve bağlayıcı hüccet olmaz. Çünkü şer’i bir sınırı yoktur. Mesela Hanefilere göre kesinlikle ikrah olmayan bir çok şey, şafi ve Hanbelilere göre ikrahtır. Yanlız ikrah ayeti ve hadisi umumu üzere değildir. Kur’an ikrah sanılan bazı şeylerin özür olmadığını açıkça belirtmiştir.

Allah c.c ikrahın temel delili olan Nahl suresi 106. ayette: İnsanları küfre zorlanan ve göğüs açan diye iki kısma ayırır. Daha sonra 107. ayette “Bunun nedeni onları dünya’yı ahiret’e tercih etmelerindendir.”buyurmuştur.

Buda gösterir ki bugün insanların genelinin dünya menfaatlerinden mahrumiyet korkusu ile ikrahı öne sürmeleri geçersizdir. Konumuzun temeli olan askerlikte birçok insanın iş v.b gibi bahaneleri öne sürdüğü görülmüştür. Oysa bu ayet dünya hayatının tercihini küfür-ikrah sınırına değil, küfre göğüs açanların sınırlarının içerisinde zikreder. Buda ikrah ayetindeki ruhsatın umumi olmadığını gösterir.

“Kalplerinde hastalık bulunan kimseler “devrin aleyhimize dönmesinden korkuyoruz” diyerek kâfirleri dost edindiğini görürsün…”(Maide:52)

Bu ayette insanın kendine zarar verecekleri vehmi ile kâfirlerden korkmasının, özür olmadığı açıktır. Bir sonraki ayette (53) iman edenler onların amellerinin boşa gitdiğini haber vermişlerdir.

Bizim meselemize de bu ayet delildir. Kişinin oturduğu yerden askerlik yapmazsam şöyle olur, böyle olur v.b gibi sözleri ikrah olarak ileri sürmesi kabul edilemez. Bu insanlar henüz olmamış bir şeyin, olabileceği korkusu ile kâfirleri dost edinmiştir. Öyleyse birçoğunun ikraha dâhil ettiği, vuku bulmamış, tehdit mahiyetinde ki vehimler Allah’ın yanında özür değildir. Çünkü bu insanlar mazur sayılmamıştır. Doğal olarak ikrah ayeti de umumu üzere değildir.

Mekke’de Müslüman’lardan bazıları Resulullah (sav)ile beraber hicret etmeyip Mekke de kaldılar. Bedir savaşında zorlanarak savaşa çıkarıldılar. Onlar savaşmadı, sahabeye zarar vermedi fakat sahabe ok attı onlar da öldüler. Allah bu tip insanlar hakkında; “Melek’ler nefislerine zulüm edenlerin canlarını aldığında, “-Ne işte idiniz?” diye sorarlar. Onlar: “Biz yeryüzünde mustaz’af kimselerdik” derler. (Melekler) “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Siz de orada hicret edeydiniz.” derler İşte onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir.”(Nisa 97)

Kaçma imkânı olduğu halde kaçmayan ve kâfirin küfre zorladığı kimseleri Allah mazur görmemiştir. Dikkat edilirse bunlar Müslümanlara karşı savaşmamıştır. Bir fiilde bulunmamışlardır. Buna rağmen Allah bu insanları özür sahibi saymamıştır. Demek ki ikrah ayeti umumu üzere değildir. İnsan hicret etme veya kaçma imkânı olduğu halde kaçmaz ve bu küfre zorlanırsa mazur değildir.

Bu ayetten söz etmişken, şu noktayı vurgulayalım. Yazar sayfa 34’te “Tağutun ordularında iki küfür fiili vardır. Birincisi tağutu korumak, ikincisi Muvahhitlere karşı tağuta yardım etmek. Hâlbuki tağutu gerçek koruyanlar belli bir süre içinde onlara zorla askerlik yaptıranlar değil, orduya kendi isteğiyle katılan sabit askerlerdir. Bu bilindikten sonra, özellikle tağut muvahhitlere karşı açık savaş içinde olmadığı zaman şüphe büyümektedir. Özellikle avamın genel anlayışı ordunun görevinin halkı dış düşmanlardan korumak olduğudur. Yine rejim hocalarının fetvaları halk üzerinde etkili olmuştur. Bu gibi konularda cehalet söz konusu olabilir.”[81]

Cevaben deriz ki:

a.) Nisa 97’de geçen insanlar yazarın anlattığına göre bu iki fiilide işlememiştir. Çizdiği ikrah sınırlarına göre de bu insanlar yeryüzünün en mükreh insanlarıdır. Oysa Allah c.c onları mazeretli saymamıştır. Demek ki küfür ordularında küfür illeti sadece bunlarla sınırlı değildir. Kişinin o ordularda hakiki ikrah olmaksızın bulunması küfürdür. İkrahta yazarın anladığı şekilde değil, Kur’an da özellikle Nisa 97 dekilerin hali gibi olmayanlardır.

Nisa 97; nüzul sebebi, şu anda askere gidenler karşılaştırıldığı zaman, nasıl bir tablo çıkar ortaya? Sizler âlimlerin ihtilaflarıyla millete özürler üretip, meseleyi sulandırsanız da, Allah c.c böyle vakıalarda özür kabul etmediğini açıkça beyan ettikten sonra, kime ne faydanız olacak! Açık nasları bırakıp da, sayfa aralarında ki ihtilaflara dalanlar;

Zararınız kendinize ve nefsine hoş geldiği için size uyanlaradır!

Aklı başında her insana nasihatimizdir. Nisa 97. ayete ve nüzul sebebine bir bakın. Sonra da içinde bulunduğunuz şartlara ve yaptığınız fiillere kıyaslayın. Unutmayın ki Allah sizi bu ayetle hesaba çekecek ve cezalandıracaktır. Risale başında da belirttiğimiz gibi ahirette “onu dinledin mi?”, “şu âlime kulak verdin mi?” gibi soru sistemi yoktur. “Ayetlerim sana ulaştı mı?” veya “uyarıcı peygamber geldi mi?”şeklinde yargılanacaksın!

Allah c.c ahirette böyle bir vakıayla insanları mazur saymadığı gibi, Resulullah (s.a.v) da dünya hükmünde mazur saymamış ve zorlandıklarını bildiği halde; eline esir düşüp tekfir manilerini inceleme fırsatı olduğu halde, Müslüman’lara karşı savaşmadıklarını bildiği halde, onlara müşrik muamelesi yapıp onlardan fidye almıştır. Resulullah (s.a.v) başta amcası Abbas(r.a) ve diğer esirlere muamelesi malumdur.

Burada açığa çıktı ki: Kaçma imkanı olduğu halde, kişi kâfirin ordusuna katılırsa, Müslümanlara karşı savaşmayıp beklese de, dünya hükmünde de, ahirette de onlarla birlikte haşr olunur. Aksini söyleyen delil getirmelidir, Allah ve Resulünün uygulaması sabittir.

b.) “Tağutların muvahhidlerle açık savaş içinde olmadığı halde şüphe büyümektedir.”

Yazarın hayal dünyasında böyle bir ülke var mıdır? Bilinmez. Ama bizim yaşadığımız topraklarda böyle bir yer yoktur. Tağut muvahhitler bir yana, tahrif edilmiş, şirke bulanmış İslam’a dahi savaş açmıştır. Asla İslam’la alakası olmayan şahısların kafalarına bağladıkları örtülere dahi savaş açmıştır, İslam da olduğu zannıyla. Eğer böyle bir ülkede tağut, İslam’a alenen savaş açmamış deniliyorsa, meseleyi ilim ve vakıa açısından değil akıl ve körlük açısından ele almakta fayda vardır.

Bu askerin durumu halka çok net bir şekilde açıktır. Hiçbir gizlilik ve kapalılık yoktur. Şöyle ki:

—Askerin İslam düşmanlığını gizleme gibi bir derdi yoktur. Her fırsatta bunu dile getirir, Müslüman’lara ve İslam’a karşı kinini kusar.

—Halk yediden yetmişe askerin en büyük tehlike olarak İslam’ı gördüğünü bilir.

—Askeriye ne siyasi nede ictimai anlamda İslam düşmanlığından asla taviz vermez. “Şehit” dediği askerin sözde başörtülü annesini cenaze törenine dahi almaz. Hiçbir askeri alana sokmaz. Askerde namaz kıldığı açıga çıkan, eşi kapalı olan rütbeliler ihraç edilir.

Bunlar bu ülkede hiç kimseye gizli olmayan şeylerdir. Çünkü bunu yapanların gizleme ve süsleme gibi bir derdi yoktur. Fakat ne hikmetse hâlâ birilerinin bunların küfürlerinin halk tarafından bilinmediğini iddia etmesi insanı üzdüğü gibi çiledende çıkarıyor.

c.) Askeriye de mevcut küfürler “Kur’an-da apaçık küfürler” sınıfına girdiği, Askerin de bunu alenen yaptığı, İslam düşmanlığını tam Kur’an ayetlerinde olduğu gibi ortaya koyduğu yerde rejimin belamlarının fetvası özür müdür? Yazar yukarda ki sözünde özür olduğunu söylüyor fakat bakalım Allah c.c ne diyor?

Allah buyurdu ki:

 “Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları arasında sizde ateşe girin. Her ümmet girdikçe yoldaşlarına lanet edecekler. Hepsi birbiri ardında orada (cehennemde) toplanınca sonrakiler öncekiler için ey rabbimiz bizi işte bunlar saptırdılar. Onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azap ver diyecekler. Allah’ta zaten herkez için bir kat daha fazla azap vardır. Fakat siz bilmezsiniz diyecektir. Öncekilerde sonrakilere derler ki; Sizin bize bir üstünlüğünüz yok o halde sizde yaptıklarınıza karşı azabı tadın. (Araf / 38—39)

 “(Kıyamet günün de) Hepsi Allah’ın huzuruna çıkacak ve zayıflar o büyüklük taslayanlara diyecekler ki biz sizin tabilerinizdik. Şimdi siz Allah’ın azabından herhangi bir şeyi bizden savabilir misiniz? Onlar da diyecekler ki:  (-ne yapalım).Allah bizi hidayete erdirseydi bizde sizi doğru yola iletirdik. Şimdi sızlasak ta sabret sekte birdir. Çünkü bizim için sığınacak bir yer yoktur.” (İbrahim 21)

“Şu muhakkak ki Allah kâfirleri rahmetinden kovmuş ve onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır.” (Ahzab 64)

“Rabbimiz onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov.” (Ahzab 68)

“(Kâfirler) : Ateşin içinde birbirleri ile çekişlerken zayıf olanlar o büyüklük taslayanlara biz size uymuştuk şimdide ateşin birazını bizden savabilir misiniz? Derler.(Mümin 47)

“İnkâr edenler müstesna hiç kimse Allah’ın ayetleri hakkında tartışmaz. Onların şehirlerde (rahatlıkla) gezip dolaşması seni aldatmasın.(Mümin 4)

Aynı şekilde Yahudi ve Hıristiyanlar kitaplarında açıkça yazan hükümlerde âlimlerine uydular. Allah onları mazeret sahibi saymadı.

“(Yahudiler): Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rabler edindiler. Hâlbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri emrolundu ondan başka ilah yoktur. O bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır. “ (Tevbe 31)

Mekkeli müşrikler o dönemin din adamı olan Amr bin Luhay’a tabi olup İbrahim a.s’ın hanif dinine şirk bulaştırdılar. Bir kitap ve hakkın yazılı olduğu belge olmamasına rağmen Allah c.c onları mazeretli saymadı. Şimdikilerin elinde Kur’an yazılı olduğu halde âlimin saptırması mazeret öylemi?

—Resulullah (s.a.v) : “Allah ilmi insanların içinden bir defada çekip almaz. Fakat âlimleri ortadan kaldırmakla ilmi çeker alır. Ta ki hiç âlim kalmayınca, insanlar cahil liderler edinirler. Onlara soru sorarlar. Onlar da cevap verir. Hem sapar hem de saptırırlar.”( Buhari-ilim kitabı)

“Umulur ki düşünürde ibret alırsınız.”

Sonuç olarak; Küfrü ve Allah’ın dinine düşmanlığı ile açık ve alenen bu taife küfür taifesidir. Dünya hükmünde onların içinde olan herkes küfür muamelesi görür. Yaşadığımız bu ülkede ikrah vardır diyerek bu ordulara katılanlar mazur değildir. Bu açıkladığımız ayetlerde de görüldüğü gibi yalnızca kuruntudur. Allah’ın yanında özür değildir. Bir Müslüman isteği dışında yakalanır da bu ordulara düşerse fırsat bulduğu ana kadar mazeretlidir. Kurtulma fırsatı olduğu halde bunların içinde durursa bundan sonrası ikrah değil kendi eli ile kazandığının semeresidir.

Bu hüküme giren insanların hali Nisa 97’dekilerin hali gibidir. Şöyle ki:

“Kendilerine yazık eden kimselere melekler canlarını alırken ne işte idiniz dediler. Bunlar biz yeryüzünde çaresizdik diye cevap verdiler. Melekler de Allah’ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya. Dediler. İşte onların barınağı cehennemdir. Orası ne kötü bir gidiş yeridir.”       

OY KULLANMAK

Bu bölümde yazar âlimlerin sözlerini toplamıştır. Genel olarak âlimler oy vermenin küfri bir fiil olduğunu, fakat bugün insanların çoğunun, parlamentoların hakikatini bilmediği için, hemen tekfir edilmemesi gerektiğini, anlatılması gerektiğini, inat ederse tekfirin söz konusu olacağını beyan etmişlerdir. Bu konuya geçmeden önce bazı noktaların aydınlatılması gerektiğine inanıyoruz.

A.)  Demokrasi yunanca bir kelimedir. Halkın egemenliği veya hâkimiyeti manasına gelir. Bugün mevcut demokrasi (dolaylı demokrasi)’nin olmazsa olmazı seçimlerdir. Çünkü halkın yönetimde fert fert bulunması; mevcut nüfus ve imkanlarla mümkün değildir. Her fert kendini yönetimde temsil edecek, kendi yerine yasamada (teşri) bulunacak birilerini seçer. Burada anlatmak istediğimiz şudur; halkı seçen ve seçilenler diye ayırıp, seçilenlere kâfir, seçenlere Müslüman muamelesi yapmak, konuşulan konuda eksik bilgi ve düşüncenin alametidir. Çünkü her vatandaş aynı zamanda seçilen konumundadır. Şartların imkânsızlığı onu seçmeye itmiştir. Bu seçim sonucunda yapılan isimlendirmede bunun delilidir. Seçilenlere “milletvekili” denir. Seçmen kendi yerine vekilini parlamentoya yollamıştır.

Şöyle söyleyebiliriz: (Demokratik seçimlere katılan) Her vatandaş seçtiği insanın mahiyetinde meclistedir. Cismen olmasa da sembolik olarak oradadır. Öyleyse her insan vekâlet verip kendine vekil tayin ettiği milletvekilinin her fiiflinden (şirkinden) sorumludur ve ona ortaktır.

Bu kısa bilgiden şu sonuç çıkar:

- Demokrasi’ye din deyip, onun küfür olduğunu ilan edip; onun ibadet ve iman tazeleme ayini olan seçimlerini farklı görmek tuhaflıktır, çelişkidir.

-Seçilenleri tekfir edip, onlarla aynı konumda olan seçeni(seçmen) ayrı hükme koymak (mevcut seçim ve bu ülkede) yine tuhaflıktır.

Seçilenlerin; yani parlamentoda olanların kendisi ile tekfir edildikleri şu illetlere, seçmende dahildir.

—Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeme: 

 “Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik; bu kitap doğru yol kılavuzluğu ve ışık içerir. Gerek İslâm'a bağlı peygamberler ve gerekse Allah'a bağlı bilginler ile din adamları Allah'ın bu kitabının görevli koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatı ile Yahudiler arasında buna göre hüküm verirler. Buna göre insanlardan değil, benden korkunuz da ayetlerimi bir kaç para karşılığında satmayınız. Kim Allah'ın indirdiği ayetlere göre hüküm vermez ise onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide 44 )

Kanun yapma:

“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri kendilerine dinden şeriat yapan (kanun koyan) ortakları mı vardır? Eğer ayırt edici söz olmasaydı muhakkak aralarında hüküm olunmuştu bile. Doğrusu zalimler için can yakıcı bir azap vardır”(Şura 21)

— Allah’ın helal ve haramlarında oynama:

“Onlar Allah dışında hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa'yı ilah edindiler. Oysa onlara sadece tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti.” (Tevbe 31)

“ Haram aylardaki savaş yasağını başka aylara aktarmak, ertelemek kâfirlikte daha ileri gitmektir. Kâfirler bu yolla sapıklığa sürüklenirler. Onlar Allah'ın haram kıldığı ayları sayıca denk getirmek için bu ertelemeyi bir yıl helâl sayarlarken, bir sonraki yıl haram kabul ederler. Böylece Allah'ın haram kıldığını helâl saymış olurlar. Yaptıkları çirkin işler kendilerine güzel gösterildi. Allah kâfirler güruhunu kesinlikle doğru yola iletmez.” (Tevbe 37)

—Hüküm hakkını kendinde görme:

"Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız düzmece ilahlar, ya sizin ya da atalarınızın taktığı birtakım boş, içeriksiz adlardan başka bir şey değildirler. Allah onlara hiçbir güç vermiş değildir. Egemenlik sadece Allah'ın tekelindedir. O yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretmiştir. Dosdoğru din, işte budur. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmiyor." (Yusuf 40)

“ Dedi ki; "Onların mağarada ne kadar kaldıklarını herkesten iyi bilen Allah'dır. Göklerin ve yeryüzünün sırlarının bilgisi O'nun tekelindedir. O ne güzel görür ve ne güzel işitir. İnsanların O'nun dışında başka bir koruyucuları, başka bir önderleri yoktur ve O egemenliğine hiç kimseyi ortak etmez.” (Kehf 26)

—Kâfirleri dost edinme:

“Ey müminler Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez.”( Maide 51)

 “Onların çoğunun kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Bu davranışları kendilerine, Allah'ın gazabına uğramalarından ve sürekli azaba çarpılmalarından ibaret ne kadar kötü bir gelecek hazırlanmıştır.” (Maide 80)

“Eğer onlar Allah'a, peygambere ve O'na indirilen Kur'an'a inansalardı, kâfirleri dost edinmezlerdi. Onların çoğu fasık, yoldan çıkmış kimselerdir.”(Maide 81)

“Münafıklara acı bir azabın kendilerini beklediğini müjdele.”(Nisa 138)

“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Acaba onların yanında şeref mi arıyorlar? Oysa şeref bütünüyle Allah'ındır.” (Nisa 139)

-Uluslararası tağuti mahkemelere muhakeme olma: “Gerek sana ve gerekse senden öncekilere indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürenleri görmüyor musun? Bunlar karşı çıkmakla, tanımamakla emredildikleri Tağutun hakemliğine başvurmak istiyorlar. Şeytan onları koyu bir sapıklığa düşürmek istiyor.” (Nisa 60)

—Allah’ın ayetlerini alaya alan ve inkâr eden meclislerde bulunmak:

“Allah size indirdiği kitapta onun ayetlerinin inkâr edildiğini ya da alaya alındığını işittiğinizde başka bir konuya geçmedikleri sürece onlarla bir arada oturmamanızı, yoksa sizin de onlar gibi olacağınız! Bildirdi. Hiç kuşkusuz Allah münafıklar ile kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.”( Nisa 140)

Nasıl ki yukarıda saydıklarımız ve başka noktalar parlamento efradının tekfir illetiyse,  onu oyuyla bu makama getiren ve onu kendine vekil tayin edenlerinde tekfir illetidir.

B.)   Bu nokta önemli olduğu için dikkatle okunmasını rica ediyoruz!

Bir insanın yaşadığı bölgede ki parlamentoyu, yapısını ve işleyişini bilmemesi mümkündür. Fakat ben Müslüman’ım diyen hiç kimsenin yukarıda sayılı noktalarda cahil olması mümkün değildir. Bunlar Allah’ın kitabında apaçık lafızlarla açıkladığı ve İslam ümmetinin üzerinde icma ettiği meselelerdir. Hatta Yahudi ve Hıristiyanların dâhi, Muhammed (sav)’in dininin gerekleri olduğunu bildiği fiillerdir. Dinin aslından olan ve kimsenin cahil olması caiz olmayan meseleler vardır. Ancak bir insan yeni Müslüman olmuş veya İslam’a çok uzak bir beldede yaşıyorsa özür sahibi olur. Kur’an’ın kendine ve toplumuna ulaştığı hiçbir kimsenin bu meselede cahilliği özür olamaz. Risale’nin girişinde de geçtiği gibi hüccet olduğu halde (Kur’an ve sünnet )ondan yüz çeviren, kendi taksiri ile cahil kalan, özür sahibi değildir. Bu (yüz çevirip öğrenmemek ve amel etmemek) başlı başına bir küfür sebebidir. Ümmetin üzerinde icma ettiği, on tane imanı bozan unsurları yazmıştık. Hatırlarsan onuncu “Allah’ın dininden yüz çevirmek, onu öğrenmemek ve amel etmemekti.”

Bu ülkede:

Bu parlamentolar ve orada göreve gelenler, yukarıda saydığımız küfürleri kesinlikle gizli yapmıyorlar. Tüm televizyonlar,gazeteler v.b. iletişim araçlarıyla ne yaptıklarını ve nasıl yaptıklarını çok açık ve net göstermektedirler. Hatta böylelikle iktidar partileri olsun muhalefet partileri olsun icraatlarıyla pirim kazanmanın derdindedirler.  Parlamentonun şiarı “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” düsturudur.

Şayet bu halk, parlamentonun işlevini bilmeyip meseleden cahil kalsalar, Allah’ın dininde cehaletleri özür değildir. Yani kişi onların bu işlediklerinin küfür olduğunu bilmelidir. Dinde zorunlu bilinmesi gereken bilgilere sahip olması gerekir. Onlar bu dini bilgiye sahip olmadıkları için parlamentoda ne işlendiğini bilmiyorlar. Yoksa sorun parlamentonun gizlemesi değildir. Daha da açıklayacak olursak;

Durumu ikiye ayırabiliriz.

a.)    İnsanlar Müslümanlıkları gereği, dinde bilinmesi zorunlu olan bilgileri biliyorlar. Hâkimiyet Allah’ındır. Teşri hakkı ona aittir. Teşri hakkını ondan başkasına vermek küfürdür v.s… Fakat var olan parlamentoda Allah’ın dışında kanun koyduğunu gizliyor. Şeriat anayasanın temelidir diyor. Hukuksal alanda İslam’ın bazı ahkâmını uyguluyor. Böyle bir ortamda oy verenin kastına bakılır. Çünkü ortada bariz bir aldatmaca vardır.

b.)    Parlamento küfrünü açıktan işliyor. Sistem Allah’a düşmanlığını ilan etmiş kanun koyduğunu açıklıyor ve halka öğretiyor. İslamı da asla yönetimde olmaması gereken, bir din olarak okulda, çocuk ve gençlere; televizyon, radyo v.s ile de büyüklere sürekli telkin ediyor. Fakat insanlar Allah’ın dininde herkesin bilmesi zorunlu olduğu bilgiye sahip olmadıkları için bu işlemlerin küfür olduğunu bilmiyor ve oy kullanıyor. İşte böyle bir ortam da kasıt ve manilere bakılmaz. İnsan kendi eli ile kazandığı küfre düçar olmuştur. Allah kişinin kendi eli ile kazandığı, sebebi olduğu, kendi lakayitliğinden kaynaklanan suçlarda onu affetmez.

Bu konunun anlaşılması, seçimler noktasında önemlidir. Rabbim bizleri basiret ehli kılsın. Allahumme âmin.

İnsanlar halin değil, hükmün cahilidir. Hükümde; herkesin ulaşacağı Kur’an da apaçık lafızlarla mevcuttur. Hatırlarsanız yazarın 12. sayfada Şeyh Ali Hudeyr’den bu yaptığımız ayrımı aktarmıştı. Sayfalar ilerleyince yazar unuttu galiba… Ya da ilk naklinde de Şeyh’i tam anlamadı. Çünkü Şeyhin o sözü; mevcut vakıada, hep yazarı çürütür.

c.)     Laiklik, Demokrasi, seçimler v.s bu ülkeye yeni gelmemiştir. Hilafetin ilgası ve meclisin kurulmasından bu güne hep gündemdedir. O dönemde yaşayan âlimler bunun küfür olduğunu, birçok vesile ile beyan etmişlerdir. Onların bu fiiline iştirak edenler riddet taifesi olarak vasıflandırılmıştır. Daha önce Mustafa Sabri efendinin fetvasını aktarmıştık. Aynı şekilde Türkiye’nin güney doğusunda bazı âlimler de bu noktaları esas alıp kıyam başlatmıştır. Bunların çoğu o dönemde idam edilmiş çoğu da sürgün edilmiştir. Böyleleri toplu olarak halkın gözü önünde cezalandırılmışlardır. Mekkeliler İbrahim (a.s) dinine tabi idi. Onların din adamı ve saygınlarından olan Amr bin Luhay onlara şirki getirmişti. Onlara bunun şirk olduğunu beyan eden olmadığı halde özürlü sayılmamışlardır. İlk geldiğinde (şirk) Amr bin Luhay’a uyanlar nasıl müşrik olmuşlarsa Resulullah (s.a.v)’a gelene kadar bu şirk ortamında doğup gelenlerde müşrik ismini almıştır. Hem de kendilerini İbrahim a.s dininde zannetmelerine rağmen! Demokrasi ve laiklik ilk çıktığında hayatı pahasına birileri bunların hakikatini ortaya koyuyor. Evlerde süs eşyası olarak asılan Kur’an bunların küfrünü açıkça beyan ediyor. Buna rağmen şimdikiler mazur oluyor(!)

Aynı şekilde Cemalettin Kaplan hoca, bu parlamentoların milletvekillerinin küfrünü ve sebebini dönemin cumhurbaşkanına mektupla yollamıştır. Kenan evren bu mektubu resmi televizyon kanalında canlı verilen bir programda halka okumuştur. Yani Allah, devletin resmi televizyonunda dönemin cumhurbaşkanı aracılığıyla, halka hüccetini bir kere daha ikame etmiştir. Anlayana!

Yazar Şeyh Ebu Katade den şu konuyu aktarır:

Seçime katılanların hepsi kâfir olmaz. Bunun sebebi; Birincisi: Kanunlarda belirtilen seçim mahiyeti çoğu kişi tarafından bilinmez. İkincisi: Halkın; selef yolunun öncüsü saydığı âlimlerin bunun cevazına fetva vermeleridir. Selef ve özelliklede İbn-i Teymiyye’den anlaşıldığı gibi bu gibi ince, üstü kapalı konularda kişi mazur sayılabilir.[82]

a.)    Birinci madde: Yukarıda anlattığımız gibi bizim ülkemizde parlamentonun hali gayet açıktır. İnsanlar parlamento’nun halinden haberdardır. Allah c.c’nün hükmünden gafildirler. Bu da özür değildir.

b.)    Daha önce de geçtiği gibi âlimlerin saptırması Allah katında kesinlikle özür değildir. Kur’an da hem saptıran hem de sapıttırılan beraber ateş ehlidir. Sünnet’te de onlar aynı isimle isimlendirilmiştir. Askerlik meselesinin sonunda bu konuya değinmiştik.

Dikkat ederseniz memurluk meselesinde Şeyh Ebu Katade’nin yayınladığı bir fetvadan söz etmiştik. (Maliki mezhebi ulemasının Ubeydilere hatiplik yapıp, onlara dua edenlerin küfründe icma edişlerine dair.) Bakın bu fetvaya Ebu Katade ne diyor: “Âlimlerin Ubeydilere kâfir demelerinde ki illet Allah’ın şeriatını değiştirmeleridir… Onlara hatiplik yapıp, onlara dua edenlerin küfrünün illeti ise halka onların Müslüman oluşunu hissettirmeleridir.”(Mühim fetva)

Ebu Katade bu fetvayı ve âlimlerin o dönemde toplu olarak böyle fetva verdiğini yayınlamıştır. Hatırlarsınız, Kadı İyaz o hatiplerin kâfir oluşu ve özürleri olmadığı yönünde fetva veren âlimlere bu fetvayı övgü aracı saymıştı.

O dönemde ki âlimler, Ubeydi yöneticilerine sadece dua edenlere kâfir diyorlardı. Hem de onların İslam’ın kurallarını uygulayıp şimdiki yöneticilerden çok daha iyi olmasına rağmen. Fakat bu fetvayı yayınlayan Şeyh Ebu Katade şimdiki kâfirlerin küfür fetvalarını küfre girenlere özür sayıyor.

Mesela internet sitesinde kendisine “Elbani mürciye midir?” diye soruyorlar. “Hayır diyor. Mürcie değildir, fakat kendisinde irca vardır.” Yani bir bidat ehli dahi değildir. Sadece kendisine o bidat bulaşmıştır.

Elbani şimdi ki tağutların tekfir edilmemesinde en büyük görevi yapmış ve öyle ölmüştür. “Kalbi inkâr olmadan ve helal görmeden bu yöneticiler tekfir edilmez demektedir.”

Şeyh Ebu Katadenin yayınladığı mühim fetva ve burada ki fetvasında nasıl bir alaka vardır, sizce? Öncekilerin küfrü gizli de olsa yönetime dua edildiğin de halkın gözünde onu Müslüman’mış gibi gösterdiği için zorla dua ettirilse de onların halini bilip kaçmadığı için İmam’ı tekfir ediyorlar...Bizde onların fetvasını yayınlıyoruz. Ama kendi zamanımızın tağutlarına küfür yolunu açan, hatta Şeyhi’nde şirk dediği yolu meşrulaştıranları “Sözde dinde muteber alim” sayıyoruz. Bidat ehli dahi diyemiyoruz. Sadece bidat bulaşmıştır diyoruz.

Not: Ebu Basir’den aktarılan fetvada da bu konuda acizliği defeden şer’i hüccet ulaşana kadar bu kişi mazeret ve tevil kapsamındadır demiştir. Şeyh Makdisi’den aktardığı fetvada ise “Meclis’in hali ve işlevinin insanlara kapalı oluşu” oy verenlerde ayrım yapma sebebidir.”(36-37) denilmiştir.

Şeriat ölçüsüne göre hüccetin birkaç yönden insanlara ulaşmış olduğunu defalarca tekrar ettik. Meclisin halinin bizim ülkemizde çok açık ve net olduğunu, orada bulunan insanların şer’i hükmünün açık olduğunu beyan ettik. Şeyh Makdisi fetvasının sonunda “tekfire engel cehalet değil (kanun yapmanın küfür olduğu cehaleti), meclisin halinin ve hakikatinin bilinmemesidir.” der. Nitekim bizim burada da meclisin hali açıktır. İnsanlar kanun yapmanın küfür oluşunun cahilidir. Şeyh’e göre bu mazeret değildir… Yazarın aktardığı fetvalarında bu vakıayla alakasız ve mutabık olmadığı ortaya çıkmış oldu...

Daha önce de dediğimiz noktayı tekrarlıyoruz. Bu fetvalara cevap vermekten muradımız, şeyhlere muhalefetten kurtulmak değildir. Yazarın tutarsızlığını beyan edip, kafa karışıklığına sebep olacak noktaları izale etmektir.                                       

CEHALET MESELESİ

Bu bölüm risalede eksik bırakılmıştır. Ebu Seleme eş-Şami risalesinin sonunda, bu başlığı atmış, konuya dair bir sayfada yazmış, sonra da “bu mesele devam edecek” diye sonlandırmıştır.

İlk etapta şöyle düşündüm. Yazarın genel menhec ve metoduyla ne yazacağı az-çok bellidir. Ben ona göre bir şeyler yazayım. Ne yazacağına dair elimde bir sayfa olmasa da, genel rengi ifade edecek bir kâğıt var. Sonra bu fikirden vazgeçtim. Çünkü risale boyunca yazarın anlayışına delil sunduğu fetvalar, fetvaları uyguladığı vakıa ve çıkardığı netice çok bariz çelişkilerle doludur. (Konu aralarında bunlara işaret ettik.)

Bu sayfaların arasında, konunun tam detayına girmeden cehalet meselesi ile ilgili, muhtasar bir yazı yazmayı daha uygun buldum. Yazar cehalet bahsini tamamlar ve bu bize ulaşırsa, bir daha yazarız.

Bu bölüm bir reddiye değil; müstakil bir yazıdır.                       

Kur’an ve sünnette cehalet hep yerilmiştir. Öyle ki tüm suçların kaynağı olarak gösterilmiştir. Kur’an ve sünnette cehaletin övüldüğü ve sahibine faydasının olacağına dair tek bir ayet veya hadis yoktur.

Başta Resulullah (s.a.v) ve sonrasında âlimler fetret dönemine “cahiliye dönemi” demişlerdir. O dönemde yaygın olan şiarlara da cahiliye şiarları denmiştir. Bir zaman ve mekân vasfedilirken ondaki en belirgin vasıfla isimlendirilir. Dikkat edilirse eski müşriklerin zamanları, cehalet kelimesinin türevlerinden  “cahiliye”  ile isimlendirilmiştir. Yani onların, şirklerinin ve bu şirkleri işlemelerinin en büyük sebebi cehalettir. Fakat kimse onlara bu cehaletlerinden dolayı mazeretler bulmamış, bilakis Resulullah (s.a.v) kabirlerinde yatanları dahi ateşle müjdelemiştir.

Kur’an ilme, ilmin yollarına teşvik ettiği gibi şirkin ve sapıklığın temelinin Allah’a karşı bilmeden söz söylemek olduğunu beyan etmiştir. Bu da cehaletin ta kendisidir. Yine müşrikleri “bilmeyen kavim” diye nitelendirmiştir. Yine onları cehalette ve gaflette benzetilecek en belirgin şeye, yani hayvanlara benzetmiştir. Hatta onlardan daha aşağı olduklarını beyan etmiştir. Fakat onlara özür mahiyetinde değil, bilakis, yerme mahiyetinde bunu yapmıştır.

Konu içinde geleceği gibi; cehalet insanın elinde olmayan sebeplerden dolayı olduğu takdirde, Allah rahmetinden müsamaha gösterir. Çünkü insanın elinde olmayan, uğraşmasına rağmen ulaşamadığı şeylerde, insan üstüne düşeni yapmıştır. Fakat insanın kendi sebebiyet verdiği hiçbir şeyde mazur olmayacağı gibi, cehalette de mazur olmaz.

Günümüzde ise ölçüler bozulmuştur. Cehalet her müşriğin kendisi ile korunduğu çelik bir kalkan olmuştur. Hal öyle olmuştur ki; cahil insan her halükarda necat (kurtuluş) ehlidir. Çünkü eninde sonunda cennete gidecektir. Fakat ilim ise tam bir felakettir. Çünkü bilen her daim tehlikededir. Ayağı kaydığında onu koruyacak kalkanı yoktur.

Bunun daha iyi anlaşılması umuduyla şu örnek yerinde olacaktır. Yanımda (yan koğuşta), gayrı meşru ortamından gelme, içeride İslam ile şereflenmiş bir arkadaş var. Bu risale bana geldiğinde, biraz göz gezdirdi. Bende biraz içeriğinden söz ettim. Daha sonra ona derslerde ilmin fazileti, gerekliliği, cehaletin çirkinliği gibi meseleleri anlatınca şöyle dedi:

 “Ben bu risaleye göre önceden Müslüman’mışım. Mazur olduğum içinde yaptıklarım sorun değilmiş. Ben şimdi bunları öğrendim. Çoğu şeyi reddettim. Önceki halimle şimdiki halim aynıymış. Keşke öğrenmeseymişim.”

Tabi kardeş bu cümleleri eleştiri mahiyetinde söylüyor. Risalenin yazarına bir mektup yazmaya da niyetlendi, ben gerek yok dedim. Aslında arkadaşım söylediğinde çok haklıydı. Kafası almıyordu, bu kadar zorluk çektim, iman ettim ve daha da çekeceğim. Fakat sonuç aynıymış(!) Bende, eski halimde olan insanlarda aynı şekilde Müslümanmışız.

Bu konunun anlaşılması için tafsilata girmeden başlıklar halinde bazı noktalara değinelim:

1.)Kur’an ve sünnette cehaletin hükme etkisi;

“Eğer puta tapanlardan (müşriklerden) biri senden can güvenliği isterse kendisine can güvenliği sağla ki, Allah'ın sözünü, Kur'ân-ı işitebilsin, sonra da onu güven içinde olacağı bir yere ulaştır. Çünkü onlar gerçekleri bilmeyen bir güruhtur.”(Tevbe 6)

Bu ayetin başında Allah onlara müşrik demiş, sonunda bilmeyen bir kavim olduklarını beyan etmiştir.

“Egemenlik sadece Allah'ın tekelindedir. O yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretmiştir. Dosdoğru din, işte budur. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmiyor.”(Yusuf 40)

İbni Kesir: “insanların çoğu bilmezler kısmı”nı çoğu müşrik oldular diye açıklamıştır.

Kasımi: Yani cehaletlerinden dolayı insanların çoğu müşrik oldular, der.

“Apaçık delil kendilerine gelinceye kadar kitap ehlinden ve müşriklerden inkârcılar küfürden ayrılacak değillerdi.”(Beyyine 1)

Allah müşriklerin cehaletini Kur’an da defalarca tekrarlamasına rağmen onlara daha Resul gelmeden müşrik demiştir. Aynı şekilde bakara 89. ayette Allah c.c onlara kâfir demiştir.[83]

“O'nu, Allah'ı bir yana bırakarak taptığı putlar doğru yola girmekten alıkoymuştu. Çünkü kâfir toplumun bir üyesi idi.” (Neml 43)

Bu ayette Allah Süleyman (a.s)’a gelen kadından söz ediyor. Onun kavmini daha Resulle tanışmadan önce kâfirler diye isimlendiriyor.

“Andolsun ki, birçok cin ve insanı cehennemlik olarak yarattık. , Onların kalpleri var. Fakat anlamazlar, gözleri var, fakat görmezler, kulakları var, fakat işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan da sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler. " (Araf 179)

Kanaatimizce bu ayet konuyu çok güzel aydınlatır. Allah’ın c.c onları hayvanlara benzetmesi, hatta daha aşağı sayması onların gaflet, cehalet, umursamamazlıktaki seviyelerini göstermek açısından çok önemlidir. Buna rağmen cehennem ehli olmaktan kurtulamamışlardır.

"İnsanlara `sakın tanrılarınızı bırakmayın, Ved, Suva, Yağus, Yeuk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin' dediler." (Nuh 23)

Bu ayetin tefsirinde İbni Abbas; “Nuh kavminde ki bu putlar daha sonra Araplara geçti” der, (sonra İbni Abbas hangi putun hangi kabilede olduğunu anlatır. Ve şöyle açıklamaya devam eder:) Bu putların ismi Nuh kavminden gelen Salih insanların ismi idi. Bu salihler vefat edince, şeytan onlara şöyle vahiy(ilham, vesvese) etti: “Onların oturdukları yere onların isimlerini taşıyan heykeller yapıp koyun.” Onlarda yaptılar. Bunlara ibadet edilmedi. Ne zaman ki bunlar öldü, ilimde ortadan kalktı işte o vakit bunlara ibadet edilmeye başlandı.” (Buhari-Tefsir Kitabı- 4920)

Bu rivayette dikkat edilirse şirk, ilmin olduğu yerde değil, ilim ortadan kalktıktan sonra başlamıştır. Yani insanların cahil olduğu bir dönemde… Buna rağmen kimse bunları mazur saymamıştır.

2.)CEHALETİ DÜNYA VE AHİRET HÜKMÜNDE GEÇERSİZ KILAN HÜCCETİN BEYANI

Bu konu tafsilatıyla risalenin girişinde 3. başlık altında işlendi. Orayı okuman meseleyi çözecektir kardeşim.

Orda geçen delillere dayanarak; Hüccet kitap ve sünnettir. Kitap ve sünnet kime ulaşmışsa hüccet ona ulaşmıştır. Ne Dünya’da ne de Ahiret’te bu kişinin özrü kalmamıştır.

3.)ÂLİMLER İSLAMİ MESELELERİ İKİ KISMA AYIRMIŞTIR

Bazı meseleler vardır ki; bunlar açık ve herkesin bilmek zorunda olduğu meselelerdir. Bazı meseleler de vardır ki herkesin bilmesi güzel olmakla beraber zaruri değildir. Bu noktada âlimlerin tabirleri birbirinden farklı olsa da ortak nokta şudur; bazı meseleler vardır herkes bilmek zorundadır. Çok açık ve net bir şekilde kitap ve sünnette beyan edilen meselelerdir. Kitap ve sünnet ulaştıktan sonra kimse “bilmiyordum” diyerek özür sahibi olmaz.

İmam Ebu Hanife: “Hiç kimseye yaratanı hakkında cehalet özür değildir. Çünkü herkesin üzerine vacip olan onu bilmek ve birlemektir… Farzlara gelince, kime ulaşmışsa ve onları bilmezse buna hüccet kaim olmamıştır.”[84]

Dikkat edilirse, Allah’ın birlenmesi ve bilinmesini herkes bilmek zorundadır derken, farzlarda ayrıma gitmiş ve ulaşması gerekir demiştir.

İmam Şafii: İlim iki çeşittir; birincisi; deli dışında kimsenin cahil olmasının mümkün olmadığı genelin ilmi. Eğer dersen ne gibi: beş vakit namaz, ramazan orucu… Bu sınıf herkesin bilmek zorunda olduğu kısımdır. Allah’ın kitabında nas olarak mevcut olan ilimdir. Avamları önceden nakleder. Resulden hikâye eder ve onun hikâyesinde ve vacip oluşu üzerinde tartışmazlar. Bu ilimler de tevil ve tartışma caiz değildir. İkinci sınıf ilim ise, hakkında kitap ve çoğunda sünnet olmayan ilimlerdir. (Er-risale 337-360)

İbn-i Teymiyye: Eğer bu hafiy (kapalı) meselelerde olsa denir ki o kişi hatalıdır, sapıktır. Sahibinin kâfir olduğu hüccet ikame edilmesiyle gerçekleşir. Fakat onlardan bazı taifeler öyle olaylara şahit olur ki, Müslüman’lardan genel ve özel herkes onun Müslüman’ların dininden olduğunu bilir. Hatta Yahudi ve Hıristiyanlar dahi Muhammed (s.a.v) ’in onunla gönderilip, muhalifleri tekfir etiğini bilir. Sadece  Allaha  ibadet edip, onun  dışındakilere ibadeti nehyi (melekler, nebiler, güneş, ay, yıldızlar veya putlar!..) Bunlar İslam’ın en açık şiarlarıdır. Beş vakit namazı emretmesi gibi, Yahudi, Hıristiyan, müşrik, sabii ve Mecusilere düşmanlığı gibi…

Sonra görürüz ki; onların reislerinden olanların birçoğu bu yanlışlara düştüler ve mürted oldular.

Şeyh Ebu Batin: “Dikkat et, Şeyhul İslam zahir (açık) meselelerle, hafiy (kapalı) meseleleri nasıl da birbirinden ayırmıştır. Hafiy meselelerde hüccet ikamesi şarttır demiş, zahir meselelerde mutlak olarak onların riddetine hükmetmiştir ve bununla birlikte cahili istisna da etmemiştir.” (Durer seniyye 10 / 355)

İmam Karrafi: “Allah’ın musamaha göstermediği cehalettir. Yapanı da affetmez. Bu tür genelde usul’ud din, usul-fıkıh ve bazı fer’i meselelerde olur.”( el-Furuk 2/149 )

İmam Karrafi: “Bundan dolayı Allah usul’ud din’de icma ile cehaletiyle onu mazur görmemiştir.”

Molla Ali el-Kari: “Sonra bil ki ehli kıbleden kasıt, dinde zarureten bilinmesi gerekenlerde ittifak halinde olanlardır. Âlemin hudusu[85], cisimlerin haşr olacağı, Allah’ın külli ve cüz’i şeyleri bildiği ve ayrıca bunlara benzeyen meseleler. Kişi bütün ömrünü de ibadetle geçirse bu saydıklarımıza muhalif itikadı ile ehl-i kıbleden olmaz.”  (Fıkhul ekber şerhi/230)  

Molla Ali el-Kari: Küfür sözünü isteyerek söyler de manasını kastetmezse Hanefilerden iki görüş aktarır sonra. “Zahir olan birinci görüştür. Ancak dinde bilinmesi zaruri olan şeyler ise kâfir olur. Ve cehaletle mazur olmaz der.” (Fıkhul ekber şerhi /244)

Yine âlimler insanoğlunun öğrenmesi gereken meseleleri (ilimleri) iki guruba ayırmışlardır.

1.)    Farz’ı ayn ilimler: Herkesin bilmek zorunda olduğu ve öğrenilmesi, kişinin üzerine farz olduğu ilimlerdir. Yukarıda bu konu hakkında İmam Şafii’nin sözü geçti.

İbni Abdulberr: “İnsanın cahil olması mümkün olmayan farzlar cümlesidir. Kelime-i Şehadet’i dil ile ikrar, kalple tastiktir. Allah’ın hiçbir ortağı yoktur…” (camii beyanul ilim)

Gazali: “Buluğ’a eren Müslüman’a ilk vacip kelime-i şehadet’in kendisini ve manasını anlamayı öğrenmesidir.” (ihya-u ulumud’din)

Yine âlimler bu kısma namaz, oruç ve zekât gibi herkesin yapmak zorunda olduğu farzların, nehiy edildiği haramların ve kulların hakkını bilmesini saymışlardır.

Daha nakledebileceğimiz birçok sözde âlimler dini meseleleri iki kısma ayırmışlardır. Kimisi usul’ud din, kimisi zahir meseleler, kimisi din de bilinmesi zaruri meseleler, kimi yaygın meseleler, kimi farz-ı ayın meseleler v.b isimler zikretse de, ortak nokta herkesin bu meseleleri bilmek zorunda olduğu ve cehaletin bu meseleler de özür olmayışıdır.

Bunun ölçüsü de; meselenin Kur’an’da ve sünnet’te nas olarak bulunması ve açık olmasıdır. Bu açık mesele de herkesi ferdi olarak ilgilendiren ayni mesele olmalıdır.

Tevhid buna dâhil olduğu gibi insanı küfre sokan şeyleri bilmek, namazı, orucu, zekatı bilmek kaçınılması gereken haramları bilmek de buna dâhildir. Çünkü insan gündüzün de ve gecesinde her daim bunlara muhtaçtır. Bunları öğrenmesi İslam’ın gereğidir. Bu meselelerde kişi bilmediğini de iddia etse kabul edilmez.

Her insan da asıl olan cehalettir. Fakat bu mutlak değildir. Allah öğrenmesi gereken ilmi ve öğreneceği aleti verdiği zaman artık cahil değil bilen hükmündedir.

Allah sizi, hiçbir şey bilmez halde, analarınızın karınlarından çıkardı, size kendisine şükredesiniz diye işitme duyusu, gözler ve kalpler verdi.” (Nahl 98)

Allah insanı anne karnından hiçbir şey bilmez halde çıkarsa da, ona kendisiyle öğreneceği göz, kulak, kalp vermiştir. Daha sonra da insana öğrenmesi gereken bilgiyi risalet hüccetini yollamıştır. Bu ikisinin bulunduğu (alet ve bilgi) ortamda kimsenin bilmiyorum iddiası geçerli değildir. Bu konuyu inceleyelim.

4.)İNSANIN KENDİ CEHALETİNE SEBEBİYET VERMESİ

Risalemizin ilk konularında 3. başlıkta hüccetin kitap ve sünnet olduğunu görmüştük, ve bu toplumda kitap ve sünnet olduğuna göre hüccet mevcuttur. Peki, hüccetin olduğu yerde kendisi öğrenmeyen ve öğrenmemesi sebebi ile elde ettiği cehaletle, şer’i muhalefetlere düşen insanın durumu ne olacaktır?

Öncelikle risalenin girişinde 4. başlık okunmalıdır. Delilleriyle ispatlandı ki, hüccet olan yerde bununla birlikte öğrenmeyen kişiye Kur’an; mu’rid (yüz çeviren) der ve ayrıca bunu müstakil bir küfür çeşidi sayar.

Yine üzerinde icma edilen, İslamdan çıkaran amellerden biriside (10.) “Kişinin Allah’ın dininden öğrenmeme ve amel etmeme ile yüz çevirmesiydi”.[86]

İbni Kayyım: “Allah’ın emrettiği ve nehyettiğini bilme imkanı olup şahsi sebeplerinden dolayı öğrenmezse, buna hüccet kaim olmuştur.” [87]der.

Tarikul hicreteyn kitabında ise mukallidlerden bahsederken “bu makamda karışıklığı ortadan kaldıracak tafsilat şarttır. Bu ilimden temekkün bulduktan sonra yüz çeviren ve hiçbir şekilde ilimden temekkün bulmayan arasında ki farktır. Bu iki kısımda mevcuttur. İlimden mütemekkin (öğrenmeye imkânı) olup ta yüz çevirenin, üzerine vacip olan bir şeyi terk eden müfrittir. Allah yanında özrü yoktur. Aciz olup ta sormaktan ve ilimden hiçbir şekilde temekkün bulmayanlar ise iki kısımdır.

Birincisi: Hidayeti isteyen, onu seven ve tercih edendir. Fakat onu talep etmeye gücü yetmez zira ona doğruyu gösteren yoktur. Bunun hükmü fetret ehlinden olup da kendisine davet ulaşmayanların hükmüdür.

İkincisi: Yüz çevirir, iradesi de yoktur. Nefsi, üzerinde olduğu halden dolayı başkasını istemez… İkisi de hakka ulaşmada aciz olsa da, ikisi arasında fark vardır. İkincisi birinciye iltihak (ilişkilendirmek) ettirilmemelidir. (17. tabaka)

Okuyucu kardeşim dikkat edersen, ilime imkân bulup da yüz çeviren hakkın da hiç konuşulmamış, hemen hükmü söylenmiştir. İlime imkan bulamayanda özür sahibi sayılmamıştır. Eğer hakka ulaşmaya çaba sarf edip ulaşamazsa bu fetret ehli gibidir. Yine Müslüman denmez. Fakat halinden razı olana ise yine özür yok denilmiştir.

İmam Karrafi: “Kişinin nefsinden def edebileceği cehalet hakkında özür olmaz. Çünkü Allah insanlara resullerini göndermiş ve hepsine risaleti öğrenmelerini ve amel etmelerini vacip kılmıştır. İlim ve amel ikiside vaciptir. Kim ilmi öğrenmez, amel etmezse ve cahil kalırsa iki masiyet birden işlemiş olur. Kimde öğrenir amel etmezse bir masiyet işlemiş olur.

Kitabın şerhinde: “Çünkü şer’i kaide gösterdi ki kişinin kaldırabileceği cehalet kendine özür olmaz. Özellikle uzun zaman ve günlerin geçmesi ile beraber. (el-Furuk 4 / 264)

İbni Liham “hükmün cahili mazur mudur değimlidir? Eğer mazurdur dersek bunun mahalli hükmü öğrenmede taksiri ve ifrat olmaması halindedir. Ama hükmü öğrenmede taksir eder veya kendi ifratı olursa kesinlikle mazur olmaz”(Kavid vel fevaid el usulliyye 52)

Böyle ortamlarda (öğrenme imkânı olan ) insan öğrenmezse buna hükmen bilen denir ve öyle muamele görür. Çünkü bu imkân bulmuş ama öğrenmemiştir. Yani, işlediği suç şirkin sebebi olan cehalet kendi elinin kazanımıdır. Bu tip kişiler asla mazur olmaz. İnsanın üzerine farz olan şeyleri öğrenmemesi başlı başına bir suçtur. Bu suçun kendinden daha büyük suç olan şirke mazeret olması ise mümkün değildir.

İmam Şafii: “Eğer cahil cehliyle mazur olsa, cehalet ilimden daha hayırlı olurdu. Öyle olsa cehalet insanlardan teklifin yükünü düşürür. Kişiye tebliğ ulaştığında ve temekkün bulduğunda cehaleti hüccet olmaz.”(el-mensur fil kavaid 2 / 15)

Şeyh Hamid El-Faki: “Kur’an ve sünnet nasları sarihtir ki; cehalet özür değil bilakis suçtur. Ve zaruretten bilinir ki bir şeyin cahili onu ıslah edemez ifsad eder. Bu hem dünya hem din işlerinde böyledir. Şaşılacak olan ise Allah’ın suç kılıp en şiddetli şekilde ceza uygulayacağı bir şeyi özür yapıp onunla bidat ve cahiliye hurafelerini affetmektir. O hurafeler ki insanları İslam’dan ilk cahiliyeye tahvil etmiştir.” [88]

Yine az önce imam Karrafi’nin sözünü okudun. Allah öğrenmeni vacip kılmıştır. Bunu öğrenmeyen zaten masiyet içindedir.

Bu anlattıklarımızdan anlaşılan şudur ki;

Kişi kendi taksiratı ve ifratı ile bilmesi gerekenleri bilmiyorsa, bu kendi eliyle kazandığı bir suçtur. Ve bu konuda özrü yoktur. Âlimlerden cehaleti özür görenler de meseleyi hep buna bağlamıştır. Kişinin elinde olmayan sebeplerden hüccetin bulunmaması veya onu öğrenecek aletlerin (organların)[89] sağlam olmaması halinde mazur görmüşlerdir.

Elinde alet ve hüccet bulunup da yüz çeviren ise, cehalette en geniş olan âlimlerin yanında dahi mazeret sahibi değildir. Ve günümüzde yaşayan insanların büyük çoğunluğu hem hüccete ulaşmış, hem de onu anlayacak aletlere sahiptirler. Bundan dolayı cehaleten yaptıkları şirk haklarında mazeret değildir.

 

5. ÂLİMLERİN MAZUR GÖRDÜKLERİ

Öncelikle: İslâm ulemasının bir kısmı büyük şirkte cehaletin hiçbir halde mazeret olmadığını, sahibinin her halükarda müşrik olacağını belirtmişlerdir. Delil olarak da misak ayeti, fıtrat hadisi vb’ni almışlardır. Yine konunun girişinde zikredilen “Risali hüccet ulaşmadan, şirk vasfının ve isminin” sabit oluşuna dair delilleri almış, bunu umumi tutmuşlardır. Bir kısım âlimde şirk ve diğer konularda cehaleti bazı hallerde mazeret saymışlardır:

A) İslam’a yeni girmiş insan: Bir insanın İslam’ın tüm içeriğini ve ayrıntılarını hemen öğrenmesi mümkün değildir. İslam’a girdikten sonra da farzı ayn olan şeyleri öğrenmesi şarttır. Tevhit de bunun başında gelir. Bu tip insanlarda görülen şer’i muhalefette cehaletleri özür sayılır. Çünkü bilmemesinde kendi payı yoktur. Bunun delili Zatu Envat hadisidir:

Ebû vakid El-leysi: “Biz Resulullah ile beraber Huneyn savaşına çıktık. Henüz küfürden yeni çıkmıştık. Müşriklerin yanında durdukları ve silahlarını astıkları bir ağaçları vardı. Bu ağaca Zatu Envat denirdi. Bizler o ağaca uğrayınca dedik ki “Ey Allah’ın Rasul’ü onlar da olduğu gibi bize de Zatu Envat kıl. Rasulullah (sav): “Nefsimi elinde tutan Allah’a yemin olsun ki sizler İsrailoğulları’nın Musa’ya dediği gibi dediniz. “Bize onların ilahı olduğu gibi bir ilah kıl, dedi ki (Musa) Muhakkak sizler bilmeyen bir kavimsiniz (cahilsiniz)” (Araf 138) Resulullah (s.a.v) devamla “Sizden öncekilerin sünnetine uyacaksınız.”[90]buyurdu.

Bu hadiste ve anlaşılmasında çok ciddi tartışmalar vardır. Hadisin zahiri: Henüz küfürden yeni çıkıp İslam’a girmiş bir topluluk, Resulullah (s.a.v)’tan bu talepte bulunmuştur. Bu talep şirkî bir taleptir. Bundan dolayı İslam’a yeni girip, henüz öğrenme imkânı bulamayanlar mazeretli sayılabilirler. Bu hadisle ilgili geniş bilgi gelecektir inşaallah…

B) Müslüman olduktan sonra, İslam diyarından çok uzak olan ve kendine hüccet ulaşmayan kimse:

Bunun delili: Sahabenin zinayı yaptıktan sonra bu yapmış olduğunu açıktan ilan eden kadına, bu illetten dolayı had uygulamamasıdır.

Bu iki sınıfın istisna olduğu birçok âlimin sözünde de varid olmuştur. Fakat ortak nokta, bilmiyor oluşlarının sebebi; bunların taksir ve ifratından değil, zaman ve mekân olarak henüz öğrenme imkânlarının olmayışındandır. Bir önceki başlık bunun delilidir. Ayrıca:

İbni Hacer El-Heytemi: “Bizim yanımızda (şafiilerde), kişi Müslümanların beldesinden uzak ise ve gelip öğrenme hususunda kendi taksiri yoksa, ya da yeni Müslüman olmuşsa, cehaleti mazeret olur, kendisine anlatılır ve nitekim bundan sonra söylediğini tekrarlarsa kâfir olur” diye söyler.(İ’lam bi kavat’i el-İslam 41)

İbni Teymiye: Farzları inkâr edenden söz ederken; “Ama hüccet kaim olmamış olan, yeni İslama giren veya Müslümanlara uzak beldede yetişen olursa kâfir olmaz” der.(Fetava 7/610)

İmam Nevevi: Bilinen şeyleri inkâr etmekten (namaz, oruç, vs) bahsederken; bu iki sınıfın özrü olduğundan bahsetmiştir (Müslim 1/205).

İbni Kudame, Muğnide, İslam esaslarını inkar edenin küfründe alimler arasında ihtilaf yoktur. Vacip olduğunu bilmeyen yeni İslam’a girmiş veya Müslümanlara uzak beldede yetişen olursa, ilim ehli küfrüne hüküm etmez…” der.(Muğni 8/131)

Bu manada çok söz nakledilebilir. Burada dikkat edilmesi gereken şudur: Cehalet konusunda cahil olan bazı cahiller, âlimlerin bu iki sınıfı istisna tutmasını çok geniş tutmuş, sanki âlimler “Cehalet Mutlak özürdür” diyormuş gibi nakletmişlerdir. Oysa âlimlerin küfürde cehaleti mazeret görmeyip hemen ardında bu iki sınıfı istisna etmeleri dahi, çok açık şekilde, özrün bunların dışındakileri kapsamadığını gösterir. Aksi halde bu istisnanın faydası olmazdı. Yine bu alimlerin ilim imkanı bulup öğrenmeyenin kesinlikle mazur olmadığına dair sözleri vardır. Bunlar önceki başlıkta geçti…

Bu konuda 4. ve 5. başlığa örnek ve ölçü olması bakımından şunu söyleriz;

Resulullah (sav) gelmeden önce yaşayanların şirk ve ateş ehli olduğundan söz etmiştik. Onlardan birkaç kişinin istisna olduğunu ve bu kişilerin tevhid üzere olduğunu söyledik…

Zeyd bin Amr bin Nufeyl: Bu adam Mekke’den Şam’a yolculuk yapmış, önce Yahudi sonra Hıristiyan din adamlarından bir şeyler öğrenmeye çalışmıştır. Yahudi âlimine; “umulur ki sizin dininize gireyim der. Bana dininizi anlat.” der. Yahudi âlimi; “Allah’ın kızgınlığından nasibini almadıkça bizim dinimize giremezsin.” dedi. Zeyd; “Ben zaten Allah’ın gazabından kaçıyorum. Bana bundan başkasını gösterebilir misin?” diye cevap verdi. Yahudi âlimi “senin için ancak hanifliği bilirim” dedi. Zeyd : “Nedir o haniflik?” diye sorunca, âlim; “İbrahimin dinidir. O Yahudi ve Hıristiyan değildi ve Allahtan başkasına ibadet etmezdi.” diye anlattı. Sonra Zeyd bir Hıristiyan din adamına gitti. (gazap yerine lanet konularak aralarında aynı konuşma geçer). Hıristiyan da Zeyde hanifliği anlatınca Zeyd oradan çıktı. Ellerini kaldırdı ve “Allah’ım şahadet ederim ki ben İbrahim’in dini üzereyim” dedi. (Buhari).

Peygamberimiz Zeyd’in kurtuluş ve cennet ehli olduğunu haber vermiştir. Fakat babası ve diğer müşriklerin ateşte olduğunu söylemiştir. Aynı zaman ve mekânda yaşayan bu insanların biri kurtulmuş, diğerleri ise ateş ve şirkle vasfedilmiştir. Bunun sebebi; Zeyd yerinden çıkmış araştırmış, soruşturmuştur. En doğruya ulaşmaya çalışmıştır. Diğerleri ise bulundukları hale razı olmuş, kendilerinin İbrahim ve İsmail(as) dininden olduklarını zannederek yaşamışlardır.

Kitap, sünnet ve imkânların olmadığı ortamda araştırmayanlar mazeretli sayılmamış, araştıranlar ise kurtulmuştur. Kitabın, sünnetin ve her türlü imkanın olduğu yerde nasıl olacaktır? İbrahim (as) dininin bozulmuş kalıntıları dahi onların aleyhine hüccet olmuşsa, kuran ve sünnetin varlığı şimdikilere hüccet olmaz mı?

Bu ölçüyü elinizden bırakmayınız böylelikle batıl ehlinin şüphelerine aldanmayınız.

6. HİDAYETİN SEBEBLERİ OLDUĞU GİBİ DELALETİN DE SEBEBLERİ VARDIR

Hidayet ve delalet Allah’ın c.c. elindedir. O dilediğine hidayet eder, dilediğinin de delalette kalmasını ister. Bizler çoğu zaman anlayamasak da... Bu da mutlak suretle bir hikmete mebnidir.

“Dilediğine hidayet eder ve dilediğini de saptırır, onun gücü her şeye yetendir”

“Allah kime hidayet ederse o muhtedi, kimi de saptırır işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir”

Bu manada ayetleri hemen hepimiz biliriz. Yüce Allah dilediğine “ol” der, o da oluverir. Onu aciz bırakacak hiçbir şey yoktur. Fakat o genel olarak işleri sebeplere bağlamıştır.

Mesela kendi hidayete erişimizi düşünelim: Allah kimimizin hidayetine bir arkadaşımızı vesile kılmış, kimimize bir sözü, bir kitabı, bir ders, bir eylem, hatta bir rüyayı… Kimimizin hidayetine ise ilimi!

Aynı şekil kişilerin delaleti de Allah’tandır. Ve bu delaletin sebepleri vardır. Kimi inadından, kimi lakaytlığından, kimi çevresinden, kimi taklitten, kimi de (birçoğu) cehaletten.

Küfür çeşitlerini sayan İslam âlimleri, cehaleti de, bu çeşitler arasında saymıştır.

İbni Kayyım: “İslam, Allah’ı şirk koşulmadan ibadette birlenmesi, Allaha resulüne ve onun getirdiğine iman ve ittiba’dır. Kişi bunu yerine getirmediğinde Müslüman değildir. Muanid kâfir olmasa dahi cahil bir kâfirdir. (Terikul hicreteyn)

Daha önceki sayfalarda, müşriklerin genelde “bilmeyen kavim” olarak vasfedildiklerini aktarmıştık. Bugün ise durum öyle bir hal almıştır ki, Cehalet küfür çeşidi olmaktan çıkmış, cankurtaran bir ödül konumunu almıştır. Cehaletten Allah’a sığınırız.

Sonuç olarak ister büyük şirkte “cehalet mazeret olmaz” diyen alimlerin görüşünü alalım.

İster “büyük şirkte cehalet yeni İslam’a giren veya hüccetten uzak bir beldede yaşayan dışında özür olmaz” diyen alimlerin görüşünü alalım.

Bu toplum kendini İslam’a nispet ettiği, elinde Kur’an, sünnet ve her türlü ulaşım imkânı olduğundan cehaletle mazeretli olmazlar. Olur diyenlerin delil getirmesi lazımdır.

 

CEHALETİN ÖZÜRLÜĞÜ İLE İLGİLİ ŞÜPHELERİN AYDINLATILMASI [91]

Bu bölümde cehaletle ilgili serdedilen şüpheleri zikredeceğim. Allah’ın izniyle kimi şüpheler konuyla hiç alakası olmadığı halde saptırılan şüphelerdir. Kimi şüpheler ise çok dar bir alanı varken umumileştirilen şüphelerdir. Bunlara cevap vermemizin sebebi, cehalet konusuyla ilgili faideyi tamamlamaktır. Yazarın risalede zikrettiği beş şüpheliyi ilk olarak açıklamaya çalışalım.

1. ZATU ENVAT KISSASI

Bu kıssayı daha önce kaydetmiştik.

Âlimler bu hadisi iki şekilde anlamış ve yorumlamışlardır:

A) Bu talep büyük şirk değildir: Çünkü mahlûkattan direk istemekle, Allah’tan onun vasıtası ile isteme arasında fark vardır. Veya bir şeyden bereket ummak ile onun fayda ve zarar vermesi arasında fark vardır. Resulullah (s.a.v)’ın bu denli kızması ashabının müşriklere benzemeye çalışmalarındandır. Çünkü bu fiil şekil olarak müşriklerin fiillerine benzer. Resulullah (s.a.v) sadece bu meselelerde değil, birçok konuda müşriklere benzemeye karşı çıkmıştır. Demek ki Zatu Envat isteği büyük değil küçük şirktir.

İmam Şatibi El’itisam (2/246): “Zatu Envat edinmek Allah’ın dışında ilah edinmeye benzer. Fakat bu (zatu envat) bizatihi ilah edinmek demek değildir.

İbni Teymiye: İktida sıratel müstakim kitabında(314) “Dikkat edilirse Resulullah (s.a.v) sahabenin kılıçlarını asacağı bir ağaç konusunda, müşriklere benzemeye karşı çıkıyor, daha önemli konularda müşriklere benzemelerini nasıl önemsemez”

Muhammed bin Abdulvehhap: “Kitab-ut Tevhid’de Teberrük konusunda bu hadisi vermiş ve “Onbirinci mesele, onların bu şirki küçüktür. Çünkü mürted olmamışlardı.” diye ilave etmiştir.

Yine Tirmizi’ye şerh yazan İbni Arabi el-Maliki, Aridetul Ahvezide (9/72) benzer açıklama yapar. Yine Tirmizi şerihlerinden Mubarekfuri (6/408)’nin de benzer açıklaması vardır…

B) Burada talep edilen şey şirktir: Fakat kavmin henüz Müslüman olmuş olması ve istediklerini yapmamaları onlara mazeret olmuştur.

Şeyh Hamid el-Feki: Fethul mecid ta’likinde (141): Bu küçük şirk değil, büyük şirktir. Öyle olmasa Resulullah (s.a.v) yemin etmez ve onların bu isteklerini İsrail oğullarınınkine benzetmezdi. Bu talepleriyle küfre girmemelerinin sebebi ise henüz küfürden çıkmış olmaları ve talep ettiklerini yapmamış olmalarıydı.”

Şeyh Salih el-Fevzan: ‘Aridul Cehl kitabına ta’likinde (291) “Bunlardan şirk vaki olmadı, sadece kendilerine bir ağaç için izin talep ettiler. Fakat kim şirke düşerse onun müşrik olduğuna hükmedilir. Çünkü bu zahir (açık) şeylerdendir.”

Fetva kurumu el-lecne daime’nin fetvaları (2/34): “Bunların özrü yeni İslam’a girmeleri ve istediklerini yapmamış olmalarıdır. Resulullah (s.a.v) yaptıkları takdirde onların küfre gireceğini göstermiştir”

Şeyh İbni Baz: “Bunlar henüz yeni Müslüman olmuştu. Talep ettiler fakat yapmadılar. Onlardan hâsıl olan şeriata muhaliftir. Ve Resulullah (s.a.v) bu istediklerini yaptıkları takdirde onların kâfir olacağını haber verdi. (Feteva İbni baz 9257. fetva)

Bu aktardıklarımızdan sonra şöyle diyebiliriz. Birinci grup da olanlara göre burada vuku bulan şey büyük şirk değildir. Doğal olarak ta cehaletin büyük şirkte özür olup olmadığı konusunda delil olmaz.

İkinci grup âlimlere göre ise; Bunların büyük şirkte mazereti iki şeydir. a) Yeni Müslüman olmaları, b) İstediklerini fiilen yapmamış olmaları. Şayet yapmış olsalardı tekfir edilirlerdi.

Bizim tercih ettiğimiz ikinci grupda ki âlimlerin görüşüdür. Çünkü: Kıssanın zahiri ve Resulullah (s.a.v)ın benzetmesi bu yöndedir. Müşrikler kuş, ağaç vb. şeyleri direk fayda ve zarar konumunda görürlerdi. Henüz İslam’a girmiş birilerinin, bu ayrımı yapması mümkün değildir. O kadar fıkıh sahibi olsalardı zaten böyle bir talepte bulunmazlardı.

Ayrıca insanın bir şeye niyetlenip onu yapmaması, eğer kendi isteğiyle ve bu niyet kalpte tam mün’akıt olmadan olursa, insan bununla yargılanmaz. Fakat niyet ettikten sonra, kendinden kaynaklanmayan bir engelden dolayı niyet ettiğini yapmazsa, bu niyetle yine de yargılanır…

Sahih bir Hadiste: “İki Müslüman çarpıştığında ölen de öldüren de ateştedir. denilir. Sahabe, Ey Allah’ın Resulü öldüreni anladık, öldürülenin suçu nedir? Dedi ki o da kardeşini öldürmeye hırslıydı.”

Bu adam kardeşini öldürmeye niyetlenmiş ama yapamamıştır. Öldürmekten kendisi vazgeçmemiş ve öldürüldüğünden dolayı bunu yapamamıştır. Fakat bu niyetinden dolayı ateşe girmiştir.

Hadiste “…Allah birine mal vermiştir, onu haramda harcar. Birine de mal vermemiştir, keşke malım olsaydı da ben de onun yaptığını yapsaydım der. İkisi de günahta eşittir” (Sünenlerde rivayet edilmiş, sahihtir.)

Bu adam da kötülüğe niyetlenmiş fakat malının olmaması engel olmuştur. Bu fiili yapmamış olması niyetinden dolayı günah kazanmasına engel olmamıştır.

Sonuç olarak: her iki grup ilim adamına göre de bu kıssayı umumi olarak cehaletin özür oluşuna delil almak, hadisin zahirine muhalif olduğu gibi ilim adamlarının anlayışını da muhaliftir.(daha önce de geçtiği gibi bazı âlimler cehaletin özür olmayışında yeni islama giren ve Müslümanlardan uzak belde de yaşayanları, kendi taksirinden kaynaklanmadığı müddetçe mazaretli saymışlardır…)

Bizim zamanımızda, insanların durumu ne bu rivayete ne de ondan çıkan sonuca uymaktadır. Herkesin öğrenme imkânı olduğu halde, kendi taksirlerinden dolayı geri kalmışlardır. Bu da ittifakla özür değildir…[92]

Fayda:

Bu hadisi, kitaplarında büyük şirkte cehaletin özür oluşu sadedinde zikreden âlimlerin olduğunu söyledik. Veya başkalarının da, bazı âlimlerin bu hadisle cehaleti umumi mazeret saydığını vehm edip, okuyucuları saptırdığına dikkat çektik. Özellikle Arap dünyasında istismarcılar çoktur. Bu tür sözleri duyulduğunda aldanmamak için, sözleri saptırılan âlimlerin fetvalarını aktarmakta fayda vardır. Bir kısım âlimler bazı hadisleri cehaletin özür oluşunda delil olarak alsa da kendi dönemlerinde şirk işleyenleri mazur görmemişlerdir. Bu da onların Zatu Envat vb. hadisleri dar bir alanda özür saydıklarını gösterir.

İmam Şevkani’nin; bu konuda sözleri bazı yazarlar tarafından saptırılmıştır. Oysa onun kendi döneminin tasavvufcuları olan kabirperestler hakkında, onları mazeretli saymadığı, hatta eski müşriklerden daha şiddetli gördüğüne dair fetvası vardır. (Resail Es- Selefiyye 8/35) (Okul bölümünde geçti)

Yine İmam Şevkani: “Bedeviler de çoğu zaman el-fazı küfür söylerler, şunu şunu yapmazsam Yahudi olayım veya Yahudi olayım ki şunu yapacağım gibi. Bazen de fiille mürted olurlar farkında değildirler.” (Resail selefiyye)

Evet, İmam Zatu Envatı özür gibi beyan etmiş olsa da, mutlak cehaleti mazeret görmemiştir. Zamanında varolan şirklere düşenlere mürted hükmü vermiştir.

Bu hadisi büyük şirkte yorumladığı için sözleri saptırılanlardan birisi de İmam İbn-i Kayyım’dır: Onun için de aynısını söylüyoruz. O bu hadisi büyük şirk olarak yorumlamış olsa da, döneminin şirkine düşenlere müşrik demiştir. Demek ki hadisi mutlak olarak değil, dar bir alanda (yeni İslam’a girenler için) cehalete mazeret saymıştır. Aslında, hadisin zahirinde de bu olmasına rağmen, bu imamların farklı bir şey anlaması da düşünülemez. Fakat burada batıl ehli kafa bulandırmasın diye, özel fetvaları ve görüşlerini aktarıyoruz.

İbni Kayyım (r.h) şöyle nakleder: “Ebul vefanın güzel bir bölüm yazdığını gördüm, ondan harfiyle aktarıyorum. Ne zaman ki şeriatın kuralları bazı cahillere ve avama ağır geldi, bu kuralları bırakıp, kendi koydukları kurallara yöneldiler. Böylece kendilerine kolaylaştırmış oldular. Çünkü kimsenin emrine girmemiş oldular, bu kurallarla bunlar benim yanımda; kabirleri ta’zim, onlara ikram, kabirde yatandan ihtiyaç talep etme, yazı yazıp bana şunu şunu yap deme… Gibi kurallarla bunlar kâfirdirler.” (İğasetu’l lehefan 221)

Yine daha önce, onun Mekkeli müşrikleri, İbrahim (as) dininin kalıntılarından dolayı mazur olmadıklarını beyan ettiğini aktarmıştık. (Risale girişi hüccet ikamesi)

Yine bu hadisi büyük şirkte yorumladığı için sözü saptırılanlardan biri de Şeyh Süleyman bin Sehmandır, Şeyh Süleyman, İbni Kayyım’ın yukarıdaki Ebul Vefa’dan aktardığı sözü aktardıktan sonrader ki; bir çok alim bu sözü onu ikrar edip, razı olacak şekilde aktarmıştır. Bunlar Ebul ferec İbnul Cevzi, İmam İbni Muflih, İmam Şevkani’dir.” (Teysir’ul aziz el-hamid 228)

Yine bu risalede Şeyh Süleyman’ın kabirperestler için (kendi zamanının şirkidir) onların tevhidi Yahudilerin tevhidi ikrarı gibidir sözünü ve onların İslam müsemmasına dahil olmadığına dair fetvasını nakletmiştik.

 

2- ALLAH KİMSEYE GÜCÜNDEN FAZLASINI YÜKLEMEZ

Bu cümle hepimizin bildiği ayetten alıntıdır. (Bakara 286) Yazar risalede ikinci delil olarak bunu sunmuştur (s. 38). Fakat açıklama yapmamıştır.

Cehalet bahsinde, bu ayeti kullananların kastı, cehalete özür aramaktır. “Bu adamın gücü budur. Bildiği kadarıyla amel eder. Yanlış yapsa da Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez.” derler.

Allah’u Alem şüphe sınıfına dahi girmeyecek, hak kelimeyle batılın istenmesi bu olsa gerektir. Bu gücün sınırı nedir? Hangi alanlarda geçerlidir? Şeriat bunu belli fiillerle özelleştirmiş midir? İnsandan insana değişir mi? vs. vs.

Örneğin: Ramazan ayında, sağlığı, sıhhati tam yerinde olan bir kimse; ben açlığa dayanamıyorum diyerek, orucunu yese… Daha sonra delil olarak bu ayeti sunsa… Zahiren ayet onu destekler. Ama hiç kimse bunun batıl bir istidlal olduğundan şüphe etmez.

Çünkü şeriat, sağlıklı insana oruç tutmasını emretmişse bu onun gücü nispetindedir. Onun gücünün yetmediğini iddia etmesi ise batıldır.

Allah c.c her kulu tevhidi öğrenip, yaşamakla mükellef kılmıştır. İnsana öğreneceği aleti ve bilgiyi (kitap ve sünneti) ulaştırmışsa, o insan artık bilmek zorundadır. Güç yetmemesi ise insanın kendi bahanesidir. Aslen bu şüpheye cevap yazma gereği dahi yoktur. Yazar risalesine aldığı için, biz de uyarı babından buraya aldık.

 

3- HAVARİLERİN AYETİ

“Hani havariler Ey Meryem oğlu İsa Rabbin gökten bize bir sofra indirebilir mi? demişlerdi. O eğer iman edenlerdenseniz Allah’tan korkun demişti. Dediler ki biz istiyoruz ki o sofradan yiyelim. Kalplerimiz yatışsın, senin bize gerçekten doğru söylediğini bilelim. Ve biz ona şahitlik edenlerden olalım.” (Maide 111-112)

Bu ayetle: Bu insanlar İsa (as) nübüvvetinden ve Allah’ın (cc) kudretinden şüphe ettiler. Buna rağmen tekfir edilmediler. Cehaletleriyle mazur oldular, denmektedir.

Bu ayeti anlamak için, Arap lûgatını ve inceliklerini bilmek, hitap ve istek sigalarını bilmek şarttır. Bakalım selef ve haleften cumhur bu ayeti nasıl anlamıştır. Öncelikle şunu belirtmek isteriz. Bu âlimlerin görüşünü okurken iki noktayı iyice düşünmeliyiz.

a) Neden âlimlerin çoğu böyle bir ayette cehaletten ve özür oluşundan söz etmemiştir.

b) Bazılarının zannettiği gibi “selefte icmayla cehalet özür” idiyse neden bu ayete cevap vermek için bu denli yorumlar yapılmıştır? Eğer SELEF İCMA etmiş olsaydı, bu adamlar cahildi bilmiyordu der geçerlerdi.

Ayetin tefsirine dair;

Aişe (r.a): “Havariler Allah’ın sofra indireceğinde şüphe etmediler. Fakat onlar “Sen rabbinden isteyebilir misin” dediler. (Kurtubi tefsiri)

H.z Aişe’den(r.a) gelen başka bir rivayette: “Havariler Allah yapabilir mi? sorusunu sormayacak kadar Allah’ı tanıyorlardı. Ancak onlar İsa (as)’a sen rabbine dua edebilir misin? Dediler (ed-dur el-mensur fi tefsir bil-me’sur İmam Suyuti)

Ali (r.a): “Rabbin güç yetirebilir mi” bundan kasıt; “rabbin senin dediğini yapar mı?” (ed-dur el-mensur fi tefsir bil-me’sur İmam Suyuti)

Suddi: “Sen istersen rabbin indirir mi?” dediler. Allah ta indirdi.” (Bahrul Muhit)

Said bin Cübeyr: “Sen Rabbinden isteyebilir misin” dediler. “(Bahrul Muhit tefsiri)

Hasan el-Basri: “Allah’ın kudretinden şüphe etmediler. Onlar imtihan sorusu gibi soru sordular. İndirir mi? İndirmez mi? Eğer indirirse bize iste.”

İmam Bağevi tefsirinde: “Bu ayeti Kessai “ta” ve “Rabb’ın” nasb haliyle okumuştur. Bu Ali, Aişe, İbni Abbas ve Mücahid’in okuyuşudur. Manası da şöyle olur “Sen rabbine dua edebilir misin? “…Başkaları da ayeti “Ya” ve “Rabb’ın” raf’ haliyle okumuştur. Böyle olsa dahi, onlar Allah’ın kudretinden şüpheye düşmediler, indirir mi? indirmez mi? diye sordular. Veya manası “sen istersen rabbin icabet eder mi?” şeklinde olur”.

İbni Cevzi: Zadul Mesir isimli tefsirinde… Mananın “rabbin icabet eder mi?” veya “sen ister misin?” gibi olduğunu aktardıktan sonra şöyle der “Bazıları onların imanı tam yerleşmeden bunu istediklerini zan etti. İsa (as) onlara “Allahtan korkun” diye cevap verdi derler. Yani Allah’ı acizliğe nispet etmeyin manasında… Sahih olan birincisidir…

İbni Cevzi tefsirinde: “İbnu’l Enbari dedi ki, “Hiç kimsenin havarilerin Allah’ın kudretinde şek ettiği düşüncesinde olması yakışık almaz. Onların bu sözü şunun gibidir. “Sen benimle kalkabilir misin?” Oysa insan onun kalkmaya gücünün yettiğini bilir. Ama kastı “Sana kolay gelir mi?” şeklindedir.”

İmam Kurtubi: tefsirinde bu yorumu İmam el-Ferra’dan, İbni Hassar’dan, Muaz bin Cebel’den ayrıca nakleder. (Kurtubi tefsiri)

Deriz ki (Ebu Hanzala): Bu tefsirlerin geneli şu iki noktayı belirtir.

a) Kıraat olarak “Rabbin güç yetirebilir mi” (hel yesteti’u rabbuke) şeklinde değil de “Sen güç yetirebilir misin” (hel testetiu rabbeke) şeklinde okumadır.

Bu okuma şekli seleften çoklarının okuma türüdür. Bu okumaya (kıraate)göre hiç sorun yoktur; ”sen, rabbinden isteyebilir misin?”

b) Luğevi mana verme yönündedir. Yani “hel yestetiu rabbuke” “rabbin güç yetirebilir mi?” olarak anlaşılacağı gibi, arap lügatında başka manalara da gelir. İstitaa (güç yetirme) icabet manasına da gelir. Veya bu soru üslubudur. Yani indirebilir mi? şeklinde değil de indirir mi? şeklindedir, ikisinin arasında ki fark açıktır. Kimisi de lügatta caiz olan ve çok olan hazf[93] vardır derler…

Her halükarda ister kıraat (okuma) ihtilafını esas alıp ayete mana verenler, ister lügatin incelik-üslup-mana boyutuyla mana verenler olsun, Havarilerin[94] Allah’ın kudretinde şek etmediğini vurgulamışlardır. Ayrıca bu tefsir şeklinin sahabenin büyüklerinden (müfessir ve fakihlerinden) Ali, Aişe, İbni Abbas, Muaz bin Cebel (r.anhm) naklolunması manidardır.

Bir grup âlimde buradaki istemenin, Allah’ın kudretinde şüphe olmadığını sadece imanın ve yakinin artması için olduğunu söylemişlerdir. Bunu İbrahim’in (as) Bakara 260. [95]ayetteki isteğine benzetmişlerdir.

Nitekim tefsirlerde İbrahim (a.s) kudrette şüphe etmemiş ve “lakin kalbim mutmain olsun” demiştir. Havarilerde “kalpler mutmain olsun, yatışsın” demişlerdir.

İmam Kurtubi ayetin tefsirinde: Bir vecih onlara, bu istemenin İbrahim (a.s) istemesi gibi olduğunu söylemiştir.

İmam Alusi tefsirinde bu istemeyi İbrahim’in (as) istemesine benzetmiş ve bunu Ata’nın tefsiri olarak nakletmiştir.

Tahir bin Aşur da tefsirinde: Bu istemenin şek ve şüphe olmadığını, inancın artması manasında olduğunu söylemiş. İbrahim’in (a.s) istemesine bağlamıştır.

“Bilelim ki sen bize doğru söyledin” Bu kısım İsa (as)’nın nübüvvetinden şüphelenmek değildir. Çünkü Arap lügatinde ilim görmek manasında, görmekte ilim manasında kullanılır.

Allah c.c kıblenin Beytul Makdis’den Kabe’ye çevrilmesinde:

“Senin üzerinde olduğun kıbleyi ancak sana uyacak olanlarla, ökçesi üzere dönecekleri bilelim diye yaptık” (Bakara 143)

Buradaki bilmek, görme veya açığa çıkma manasındadır. Çünkü Allah’ın ilmi, kendiyle beraber evveldir. Veya bazılarının kullandığı tabirle ezelidir. O zaten kimin döneceğini, kimin sebat edeceğini biliyordu. Lugatta ki bu kullanımdan dolayı böyle mana verilir.

“Sen rabbinin fil sahiplerine ne ettiğini görmedin mi” (Fil, 1)

Oysa Resulullah (s.a.v) bunu görmemiştir. Sadece bilmiştir. Bu kullanım lügatte olduğu için de Allah c.c böyle demiştir. Tefsirlerde görmenin ilim, ilmin de görme manasında kullanıldığı Ali (r.a)’den nakledilmiştir (Kurtubi Tefsiri Bakara 143).

Bu da gösterir ki, havarilerin bu isteği, İbrahim (as) gibi, zaten bilinen bir şeyde, görmeyi de ekleyerek yakin seviyesine ulaşma talebidir. Havarilerde böyle yapmak istemiştir.

 

Bazı noktaların izahı:

a) İmam Taberi ve İbni Hazm gibi bazı âlimler ise havarilerin Allah’ın kudretinde şek ettiğini iddia etmişlerdir.

İmam Taberi, onların şüpheye düştüğünü kabul etmiştir. Ama bunu cehaletin özür oluşuna delil getirmemiştir veya böyle bir iddiada bulunmamıştır. Çünkü “sıfatın cahili tekfir edilir mi?” meselesinde, İmam Taberi bunun küfür olduğunu söylemiştir. Ve ona göre ayetin kalan kısmı cehaletin özür oluşuna değil, özür olmayışına delildir. Çünkü Allah “eğer Mü’minlerseniz Allahtan korkun” demiştir. Bunu açıklamamızın sebebi, bazıları İmam Taberi’nin ayeti böyle tefsir edişini (yani onlar şekke düştü) cümlesini alıp, onun cehaleti özür gördüğünü zannetmeleridir (daha doğrusu eklemişlerdir). İmam Taberi’nin ayrıca küfre girmek için ilmi şart koşmadığı Araf 30. ve Kehf 103 - 104. ayetlerin tefsirinde geçmişti.

İmam İbni Hazm’a (r.h) gelince: İmam bu görüşünde cumhura muhalif kalmıştır. Onların kudrette şüphe ettiğini ve bunun cehaletin özür oluşuna delil olduğunu söylemiştir.

Deriz ki: farzedelim ki cumhura muhalefet edip İbni Hazmın bu görüşünü aldık. Ve dedik ki “bu ayetten cehaletin özür oluşu” çıkar. Acaba sahabe ve cumhura muhalif bu görüş umumi bir özür mü olur? Yoksa belli şahıs ve belli meselelere ait hususi bir özür mü olur?

Birincisi: Bir insanın Allah’ın sıfatlarından cahil olması meselesi, ilim ehli arasında ihtilaflıdır. Çünkü Allah (cc)’ın zatı ve sıfatları ile alakalı şeyler tamamen sem’i (nassa dayalı) şeylerdir.

İkincisi: Bunlar henüz Müslüman olmuş insanlardır. Çünkü onların şek ve şüphede olduklarını iddia edenler ayetin zahirine yapışırlar. Ayetin zahiri onların bu sözü, Allah’ın onlara imanı vahy (ilham-işaret) edişinin hemen ardından söylemiş olmasıdır. Bu da onların yeni iman etmiş olmasını gerektirir ki, âlimlerin bu kısmı mazur saydığını daha önce de aktarmıştık.

Demek ki hem konunun mahalli olan mesele ve hem de şahıslar cehaletin umumi mazeret oluşuna delil teşkil etmeyecek niteliktedir. Böyle bir nassın müfessirlerin cumhuruna muhalif tefsirini alıp, umumi bir sonuç çıkarmakta hatadır. Çünkü cehaletinin özür olup, olmadığını konuştuğumuz toplumun, işlediği küfürler apaçık şekilde ellerindeki kitapta yazılıdır. Yeni iman eden kimseler değil, iman deyince mangalda kül bırakmayan cinsten insanlardır. Yani cumhura göre de şaz tefsire göre de, günümüz toplumuna özür getirecek bir nas değildir.

B- Bu meseleyi tefsirlerine alan müfessirler genelde şöyle bir metod izlerler. Önce iki tefsir ile ilgili nakiller yaparlar. Sonra da ya uzun uzun tercih noktalarını beyan edip, bir görüşü tercih ederler. Veya kısa ve öz bir şekilde tercihlerini ortaya koyarlar. Cumhur sahabe tefsiri, kıraat vechi, lügat yönünü esas alarak, onların şek içerisinde olmadığını tercih etmiştir. Bu meselede bu delili kullananlar, muhalif görüşü tefsirlerden aktarırlar. Fakat imamın tercihine değinmezler. Okuyucu, sanki tüm tefsirler onların Allah’ın kudretinde şüphe ettiği düşüncesine kapılır. Buna dikkat edilmelidir. Ayrıca her şüphe ettiklerini söyleyen, konuyu cehalete ve özür oluşuna bağlamamış olabilir. Bir şeyin bir kitapta belirtilmiş olması ayrı bir şey, yazarın onu kabulü ve o neticeyi çıkarmış olması ayrı şeydir. Bu da bu konu ile ilgili kitapları okurken dikkat edilmesi gereken mevzulardandır.

C- Bazı âlimlerde havarilerin iki grup olduğunu, bir grubun iman ehli, bir grubun da iman ehli olmadığını söylerler. İkinci grubun (iman ehli olmayan) bu istekte bulunduğunu söyleseler de bunu destekleyen bir delil zikretmemişlerdir. Ayetin zahiri ve havari isminin manası bunun tersinedir ve bu görüşü çürütür.

 

4- CESEDİNİN YAKILMASINI İSTEYEN ADAM KISSASI

Kıssanın aslı “Bizden önceki milletlerden bir adam, hiç hayır yapmamıştır. Kendisine ölüm geldiğinde, çocuklarına beni yakınız! Sonra da küllerimi havaya ve denize savurunuz. Allah beni diriltirse (ihtilafın temel noktası burasıdır) bana çok şiddetli azap edecektir.” demiştir. Allah cc onu diriltti! Neden böyle yaptın? diye sordu. O, senin korkundan ya Rabbi dedi. Allah onu affetti.”

Bu hadis başta Buhari ve Müslim olmak üzere birçok hadis kitabında mevcuttur. Bu rivayeti getirenler şöyle derler, bu adam Allah’ın kudretinde ve diriltmede şüpheye düştü. Buna rağmen Allah onu affetti. Demek ki cehalet özürdür.

Bu hadise cevap vermeden önce, bilinmesi gerekir ki bu hadis birçok ayrı yoldan farklı lafızlarla gelmiştir. Bu lafızları ise belli başlıklar altında toplamak mümkündür.

a) Adamın, Allah korkusundan yakılmayı emrettiği, Allah’ın kudretini nefy ettiğinden söz etmeyen rivayetler. (İmam Buhari/Ahadis el-enbiya bölümü)

b) Zahiren Allah’ın kudretinde şek ettiği rivayetler: “lein kedere aleyye rabbi” rabbim bana güç yetirirse mealinde varid olan rivayetler (Buhari-Müslim)

c) Kudreti inkâr etmeyip ispat eden rivayetler: “Rabbim beni diriltmeye kadirdir” burada azap etmeyeceğini düşünür (Müslim).

Burada anlatmak istediğimiz şudur. Bazı yazarlar hadis tek metinle ve lafızla gelmiş gibi sunup, okuyucuyu saptırırlar. Şayet bu hadisin açıklanmasını bu şekilde kabul edersek onların kabul ettiği mana dışında mana veren âlimlerde, gereksiz tevile gitmiş olur. Okuyucu bu algıya kapılmamalıdır. Çünkü hadis, birden çok lafızla gelmiştir. Bundan dolayı âlimler genel kaide ve deliller ışığında hadisi tevil etmişlerdir. Şimdi hadis hakkında söylenenlere bakalım:

A: Hadisi zahirine göre anlayıp, adamın Allahın kudreti konusunda şüphe ettiğini söyleyenler.

Şeyhul İslam İbin Teymiye ve İbni Kayyım bunlardandır.

İbni Teymiye (r.h): “Bu adam küllerinin savrulduğu takdirde, diriltilemeyeceğini zannetti ve Allah’ın kudretinde şüpheye düştü. Bu Müslümanların ittifakıyla küfürdür. Fakat bunu bilmeyen bir cahildi. Allah’ın onu cezalandıracağından korkan bir mümindir. Allah ta onu affetti (Feteva 3/231)

İbni Kayyım: “…Bu adam kudret sıfatında ve diriltmede şüphe etti. Ve hiçbir hayırda işlemedi. Bununla beraber Allah ona sordu “Seni bunu yapmaya ne itti”? Dedi ki: “Senin korkun ya Rabbi, sen bunu daha iyi bilirsin” ve Allah onu affetti.” (Hadi el-ervah 269)

Bu adamın cahil olduğu ve şüphede olduğunu İbni Hazm (r.h) söyler (El-fasl 3/252)

B: Hadisi tüm lafızlarıyla ele alıp, arasını birleştirmeye çalışanlar.

Bunlar kudreti nefy etmediği ve bilakis kudreti ispat ettiği rivayetleri alıp, zahiren kudrette şek ettiği rivayetlere farklı mana veren alimlerdir. Bu manaların Arap lügatında da yeri olunca böyle bir yol izlemişlerdir.

İmam Nevevi Müslim şerhinde: Bir taife dedi ki: Bu hadisi Allah’ın kudretini nefy etmeye yorumlamak sahih olmaz. Çünkü kudrette şüphe eden kâfirdir. Başka rivayette bunu Allah korkusundan yaptığını söyler. Oysa kâfir Allah’tan korkmadığı gibi ayrıca kâfire mağfiret edilmez de. Bu taifeye göre hadisin iki tevili vardır.

a) Eğer azabı takdir etmişse (kaza):Bu fiil (kadere) hem şeddeli hem şeddesiz okunabilir iki okuyuşta da mana aynıdır.

b) Eğer daraltırsa (deyyeke):(bu mana kuranda da kullanılmıştır. “Kedere” fiili daraltma manasında (Fecr 16-Enbiya 87)

Bu manayı ve tefsiri İmam A’yni, Buhari şerhinde (irşad es-sari 10/439), İmam Suyuti, İmam İbn’i Abdulberr’den muvatta şerhinde (tenvir el-hevalik 1/239), Hafız ibni Hacer Fethu’l bari’de (13/289) nakletmişlerdir.

Bu tefsir sahiplerinin en büyük delili tüm rivayetleri ele almalarıdır. Mesela bazı rivayetlerde “eğer gücü yeterse” derken bazı rivayetlerde “Eğer Allah’a gidersem bana azap edecektir” der. Müslim’in bir rivayetinde “Muhakkak Allah bana azap etmeye kadirdir” diye geçer… Rivayetler çelişkili olduğundan, âlimler bu hadisi, arap lügatında kullanılan manalara yorumlamışlardır.

Not: İbni Teymiye ve İbni Hazm ”kadare” fiilinin lügatta “daraltma” manasına gelmediğini bunun aslının olmadığını söylerler. İbni Hazm böyle söyleyenler için “Kelimeleri yerinden tahrif edenler dedi ki” gibi ağır bir ibare kullanır.

Bu kullanımın Arap lügatında olduğu ve sahabenin bazı ayetleri böyle tefsir ettiğine Enbiya 87. ayette (Hz. Yunus’un) “Ona daraltmayacağımızı zan etmişti” (burada ke-de-re fiili deyyake manasındadır) ayetinin tefsirine Kurtubi’den bakınız. İbni Abbas da başta olmak üzere böyle tefsir edenler vardır.

C: Bu adam şüphe etmedi. Arap lügatında yaygın olan bir üslup kullandı. Bu üslup şüphenin yakine mezc (karıştırılmışı) edilmesidir. Manası da dinleyeni şekmiş vehmine sokup, yakine ulaşmadır. Fakat hakikatte yakin vardır. Şu ayette bunun örneğidir. “Bizler ya da sizler, ya hidayet üzere ya da açık delalet üzereyiz” (Sebe 24) Şüphe suretinde olsa da keşfedilen yakindir. (İmam Nevevi yorumlar arasında zikretmiştir.)

Bu tefsiri ve şeklini Sebe suresi 24. ayetin tefsirlerinde bulabilirsiniz). (Fethul Kadir Sevkani-Kurtubi Tefsiri)

Bu tefsire göre, bu adam şüphe etmemiştir. Allahın onu dirilteceğinden ve azap edeceğinden yakinen emindir. Sadece bu üslubu kullanmıştır.

D: Bu adam fetret zamanında yaşamıştır. Tevhidin aslı o dönemde olanlar için yeterlidir. O dönemde şirk koşmayıp hanif olanların çoğu dinin tafsilatını bilmiyordu. O dönem insanlarına tevhidin aslı yeterliydi. Çünkü şeriatın tefsilatı onlara ulaşmamıştı.

Bu görüşü İmam Nevevi Müslim şerhinde yorumlar arasında zikretmiştir. Fethu’l baride İbni Hacer de bunu nakletmiştir.

E: Bu adam sıfatın cahilidir. (Kudret sıfatı). Sıfatın cahilinin tekfiri ise ihtilaflıdır. Kadı İyaz, “Sıfatın cahilini, İbni Cerir et-Taberi tekfir etti” der. İmam Eş’ari de bu görüşteydi fakat daha sonra döndü. (bu hadisin şerhi, İmam Nevevi)

F: Bu adam bazı lafızlarda geldiği gibi, eski milletlerdendi. Olabilir ki onların şeriatında kâfir affediliyordu. Bizim şeriatımızda ise bu kaldırıldı. (Hafız Fethu’l baride bunu nakleder ve “en uzak görüş” der).

G: Bu adam bu sözü ölüm dehşeti halinde söylemişti. Bunun misali, unutan ve ne söylediğini akl etmeyen insan gibidir.

Bu tefsiri İmam Nevevi Müslim şerhinde ve Hafız İbni Hacer, Fethu’l Bari de nakletmiştir. Bu aynı zamanda İbni Hacer’in tercihidir de.

- Bu hadisi ve tefsirlerini okudun. Değerlendirme yaparken şunlara dikkat etmelisin mutlaka.

- Neden bunca alim bu hadise tevil yapmıştır. Çoğunluğun tevili de onun kudrette şüphe etmediği yönündedir. Eğer zannedildiği gibi “CEHALET SELEFTE MUTLAK ÖZÜR OLSA” idi neden bu adamın cehaletle mazur olduğunu söylememişlerdir?

- Bu adam bizden önceki milletlerde yaşamıştır. Öncekilerin haberleri mutlak hüccet olamaz. Çünkü geçtiği gibi fetret ehli olabilir. Ve onlar sadece tevhid ve şirkten teberriyle sorumluydu.

- Usul kaidesine göre “ihtimal olduğu yerde istidlal (onu delil alma) batıl olur” Bu hadiste bir değil, onlarca ihtimal söz konusudur.

- Bu küfür olmuş olsa, ve bu adamda bu küfründe mazur dahi olsa, bunun beyanı olmalıydı. Çünkü usulde “ihtiyaç anında beyan gecikmesi caiz değildir” kaidesi vardır. Bu hadisi alıp insanlar yanlış anlayabilirde. Allah ve Resulü küfür sözü ve fiili söz konusu oldu mu, anında uyarmışlardır. Zatu Envat kıssasında olduğu gibi.

Sonuç: Sunmuş olduğumuz bu ihtimaller ve tefsirlerle birlikte diyoruz ki: Bu kıssa kimseye delil olmaz… Velev bu kıssayı bazılarının anladığı gibi cehalete özür olarak alsak da, yine deriz ki, cehaletin konumu ve şahsın durumu, bunu umumileştirmeyi engeller. Çünkü konu sıfattır. Şahıs ise bizden önce yaşamış ve hüccetin kendisine ulaşmadığı insanlardandır.

Böyle bir kıssayı, elinde kitap ve sünnet olup ta, dinin usulü ve en açık meselelerinde şirke düşenlere özür saymak, hiçbir tefsire ve tefsirciye uymaz…

Bunun daha iyi anlaşılması için diyorum ki: Bu tefsiri zikreden (adamin cahil oluşu ve özürlü sayılışı) âlimlerin tüm sözleri bir araya toplanınca, bunu umumi tutmadıkları anlaşılır. Özellikle kendi dönemlerinde ortaya çıkan şirkler gibi…

Şeyhul İslam ibni Teymiye: “Mürted, Allah’a şirk koşan veya Resule ve getirdiklerine buğz edendir. Veya sahabe, tabiin ve etba-u tabiinden birinin kâfirlerle beraber savaştığını zanneder veya bunu caiz görürse veya kat’i icma ile sabit olan bir şeyi inkâr ederse veya Allah’la arasına vasıtalar koyup onlardan ister ve onlara dua ederse… Eğer Allahın sıfatlarının birisi hakkında cahil kalırsa ve onun gibi bir kimsede bu konuda cahil olmazsa o kişi mürteddir, eğer cahil olabilecek biriyse mürted değildir. Bundan dolayı Resulullah (s.a.v), Allah’ın kudretinde şüpheye kapılan ve diriltmesi konusunda şüphede olanı tekfir etmedi…” (İhtiyaret ilmiye 5/535)

Dikkat et kardeşim: şeyh Allahtan başkasından isteyene, şirk koşana direk mürted demiş, tafsilata gitmemiştir. Sıfatta cahil olanda ise tafsilata gitmiştir… Demek ki, bu hadiste cehaleti özür kabul edenler bunu umumi anlamamışlar, belli alanda tutmuşlardır. O da eskilerde yaşayan ve kendisine bir şey ulaşmayan adamdır.

Şeyhul İslam İbn Teymiye: “Dualar üç mertebedir. Birincisi: Allah’ın dışında ölü veya hazır olmayana dua etmekdir. Bu istek ister nebi veya salihlerden olsun fark etmez “Ey falan seyyidim beni kurtar” veya “sana sığınıyorum” veya “düşmanıma karşı bana yardım et” vb. sözler bu kabildendir. Bu ise Allah’a şirk koşmaktır… Bundan daha büyük olanı ise “beni affet, tövbemi kabul et” demesidir. Müşriklerden cahil bir topluluğun yaptığı gibi” (Feteva 1/350-351)

Dikkat edersen, kendi döneminde olan ve bizim zamanımızın da galip şirki olan konuda tafsilata gitmemiş MÜŞRİK CAHİLLER demiştir.

Yine bu hadiste adamı cehaletle mazur gören İbni Kayyım (r.h)’ın Ebu-l Vefa’dan, güzel bularak sunduğu sözünü aktarmıştık. Kabirlere giden, onları ta’zim eden, meded umanların kâfir olduklarını söylüyordu (İğase 221)… Yine İbni Kayyım’ın Zadül Mead’dan Resulün kabirdeki müşriklere ateşi müjdelemesinde onları İbrahim (as) dininin kalıntılarıyla uyarıldıklarını söylediğini aktarmıştık. Buradan kastımız şudur: Bir âlimin bir mes’elede yaptığı yorumu alıp, nassa, şahsa, meseleye, sair sözlerine, kendisine ve vakıasına uyup uymadığına bakmadan umumi hüküm çıkarmak bir felakettir. Maalesef bugün yapılan da budur.

 

5- HUZEYFE (r.a.) HADİSİ

Huzeyfe (ra) Resulullah (s.a.v)’tan;

“Elbisenin nakışları kaybolduğu gibi İslam da öyle kaybolur. Ta ki ne namaz, ne oruç ne sadaka ne de kurbanın ne olduğu bilinmez. Allah’ın kitabı silinir de yeryüzünde ondan bir ayet dahi kalmaz. İnsanlardan yaşlılar kalır ve derler ki; Biz babalarımızı bu kelime üzere bulduk, (Lailahe illallah) (orada bulunan Sıla isimli kişi), “Namazın, orucun, sadakanın, kurbanın ne olduğunu bilmezler mi?” diye sorunca. Huzeyfe ondan yüz çevirdi. Sıla üç defa aynı şeyi sordu. Sonunda Huzeyfe (r.a) ona döndü ve “Ey sıla o kelime onları ateşten koruyacaktır” dedi. (İbni Mace-Hakim)

Bu hadis hakkında şöyle derler: “Bu insanlar kelime-i tevhidin manasını bilmeden, sadece babalarından duydukları için söylerler. Hiç amel de yapmazlar. Buna rağmen ateşten kurtulurlar. Demek ki cehalet özürdür.”

Cevaben deriz ki:

a) Hadisin zahirinde Kur’an-ı Kerim’in kitaplardan ve hafızalardan kaldırılacağı vardır. Hatta yeryüzünde tek bir ayet bile kalmaz…

Böyle bir hadis günümüze ne kadar uymaktadır. Ve ne derece günümüze kıyas edilebilir ki? Nitekim kuran ve bütün tefsirleri bütün evlerde vardır ayrıca hafızalarda da olduğu bir dönemde bu hadisin getirilmesi çok gariptir. Öyle ki kuranın ulaştığı ve ellerinde kuran olan bir topluma özür aranmasını da anlayabilmiş değiliz. Galiba birileri dinde çok derinleşip, fakihleştiği için çokta usul kitapları tetkik ettiği için inceliği anlıyorlar, biz anlayamıyoruz.

Daha önce de geçtiği gibi, âlimler yeni İslama girmiş ve uzak beldelerde yaşayıp ilme ulaşmamasında kendi taksiri olmayanları cehalette mazur saymıştır. Bu insanların zamanında Kur’an kaldırılacak, hatta tek bir ayet dahi kalmayacak, işte bu dönemin insanları mazaretliler sınıfına dâhil olmaya daha evladır.

b) Bu hadiste kavmin şirk koştuğuna uzaktan yakından işaret yoktur. En fazla; ellerinden Kur’an kaldırılan bu topluluk ibadetleri bilmediklerinden dolayı yapmamışlardır. Bu hadisle, amelin cinsini terk etme insanı küfre sokmaz diye istidlal yapılsa, cevabı verilmeye değerdi. Bu şekliyle ilmi redden çok, akla ve düşünmeye davet, daha yerinde olacaktır.

c) Resulullah (s.a.v) bir halden ve zamandan söz etmiştir. Onların kurtulacağı ise:

- Sahabe ile tabiin arasında geçmiştir. Hadisin zahirinde onların (merfu kısmında) kurtulacağı söz konusu değildir.

Velev Huzeyfe’nin söylediği, rey ile bilinmez, ondan dolayı hükmen merfudur, denilirse;

- Kurtulmadan söz eden kısımda, ahirette kurtulacaklarını söylemiştir. Dünya hükmüne taalluk etmemiştir.

 

 

 

6- AİŞE (r.a) ANNEMİZİN HADİSİ

Aişe (r.a) etrafındakilere “Size Resulullah’la aramda geçen bir kıssayı haber vereyim mi?” dedi. “Evet” dedik. “Resulullah (s.a.v) sırası bendeyken abasını ve ayakkabılarını (na’lin) çıkardı ve uzandı. Benim uyuduğumu düşününce sessizce odadan çıktı. Ben de peşinden elbiselerimi giydim ve çıktım. Baki mezarlığına gelince, orada ayakta uzun durdu ve bekledi. Sonra ellerini üç kez kaldırdı. Sonra da oradan ayrıldı ve ben de ayrıldım. Resulullah (s.a.v)’tan önce eve geldim. Resulullah (s.a.v) içeri girince, “Neyin var ey Aişe” dedi. Ben de bir şeyim yok dedim. “Ya sen bana haber verirsin, ya da Latif-ul Habir olan Allah bana haber verir” dedi. Böyle deyince ben de ona haber verdim. Bunun üzerine bana acı verecek şekilde göğsüme dürttü ve “Allah ve Resulünün sana zulmedeceğini mi sandın” dedi. Aişe (r.a) dedi ki: İnsanlar gizlese de Allah bilir. EVET…dedi” (Müslim)

Ya da, “insanlar gizlese de Allah bildirir”dedi.

Aişe annemizin uyumasından sonra Resulullah (s.a.v)  evden çıkınca, onun başka bir eşine gittiğini zannederek onu takip etmişti. Daha sonra da aralarında bu kıssa geçmişti.

Bu hadis hakkında bazıları derler ki: Aişe (r.a) Allah c.c her şeyi bildiği noktasında cahildir. Buna rağmen Resulullah (s.a.v) onu tekfir etmemiştir. Demek cehalet özürdür. Aişe annemiz için bu özürse, şimdiki insanlara hayli hayli özür sayılır.

Bu hadisin delaletine geçmeden önce şu noktayı belirtmek şarttır.

Bu hadisin üç rivayeti vardır.

- En çok geçen ve muhakkik imamların i’timad ettiği rivayet ise imam Müslim’in de sahihinde tahric ettiği “İnsanlar ne kadar gizlese de Allah bilir, evet…” lafzıyla olandır. Bu kısmın hepsi Aişe annemize aittir. Yani kendi konuşmuş, sonra da kendini tasdik etmiştir.

- İmam Nesai rivayeti: “İnsanlar ne kadar gizlese de Allah bilir. Dedi ki “evet”. Bu lafzın zahirine göre soruyu soran Aişe annemiz, cevabı veren Resulullah (s.a.v)’dir. Yani “evet” lafzı Resulullah (s.a.v)’a aittir. İmam Ahmet de müsnedinde bu şekilde olan rivayeti nakletmiştir.

- Yine İmam Nesai’nin cenaiz bölümünde rivayet ettiği ve “evet” lafzının geçmediği rivayet vardır. Yani Aişe r.a. “insanlar ne kadar gizlese de Allah bilir.” demiştir.

a) Dikkat edilirse, bir kısım rivayetler de Aişe annemiz Allah’ın bilgisini tasdik etmiştir. Yani Allah’ın ilmine dair cahil olduğu söz konusu değildir. Bir kısım rivayetler de o sözü söylemiştir, fakat ne ondan ne de Resulullah (s.a.v)’tan “evet” veya tasdike dair bir söz çıkmamıştır. Bu da onun, bunu, soru ve şüphe cihetiyle değil, tasdik ve yakin cihetiyle söylediğine delildir. Bazı rivayetlerde de (Nesai-Ahmet) Hz. Aişe bu sözü söylemiş, Resulullah (s.a.v) evet demiştir. Bu rivayetin zahirine göre Aişe (r.a) şüphe etmiştir (Allah’ın ilminde). Bu rivayetler arasında tercih yapacak olursak:

Müslim şerhinde İmam Nevevi: “Usullerde olup ayrıca sahih olan, Aişe annemizin sözü söyleyip kendi nefsini tasdik ettiğidir.”

Müslim şarihlerinden, Kadı İyaz “Aişe annemizin nefsini tasdik ettiği rivayeti seçer” (Mukmil-3/103-104)

Müslim şarihlerinden Ebû Abdullah Muhammed bin Yusuf el-Huseyni: “Usulde olan budur Manası: “Allah bilir demiş sonra evet diyerek sözünü tasdik etmiştir”(Mükmil ikmalul İkmel 3/103)

Müslim şarihlerinden Ali bin Süleyman el-Mağribi: “Evet, Aişe (ra) sözünün devamıdır. Kendi sözünü “evet” lafzıyla tasdik eder” (Veşyu ed-diyba 1/103)

Dikkat edilirse Müslim şarihleri, yani hadisin, yollarını, mesakını, inceleyen muhaddisler, Aişe annemizin evet sözünün sahibi olduğunu tercih etmişlerdir. “Usulde böyledirden” kastettikleri Müslim nüshalarının aslında rivayetin bu şekil de olmasıdır.

b) Daha önce de usulde mukarrar olan bir kaideden söz etmiştik. “İhtiyaç anında beyanın (açıklamanın) gecikmesi caiz değildir”… Aişe annemiz burada küfür sözü söyleyecek, Resulullah (s.a.v) onu hiç uyarmadan konuşmasına devam edecektir. Oysa onun görevi insanları uyarmaktır. En başında da tevhid ve şirk meselelerinde uyarmak gelir.

Bizler 1400 sene sonra, bu kıssayı küfür de cehalete delil olarak getireceğiz. Ama Resulullah (s.a.v) olayın olduğu esnada bu küfre hiç tepki göstermeyecek. Bizler Allah’ın her şeyi bildiğini bileceğiz, ümmetin sahabenin fakihlerinden saydığı, Resulün özel talebelerinden olan Aişe (r.a) annemiz bilmeyecek öylemi?

Bazen şu açık şirk içinde bulunan cahiliye toplumuna merhamet tellallığı yaparken, kimleri ve neleri itham ettiğimizin farkında mıyız?

 

 

Fayda:

Şeyhul İslam İbni Teymiye (Feteva 11/411/413): Aişe annemizin Allah’ın ilim sıfatında cahil olduğunu ve Resulun onu tekfir etmediğini söylemiştir. Bundan dolayı da Resulullah’ın (s.a.v) onu acıtacak şekilde göğsüne vurduğunu söyler.

a) Şeyhul İslamın “evet” sözünün Aişe (r.a)’a ait olduğunu söylemesi, tüm şarihlere muhaliftir. Bundan dolayı kendi öğrencisi İbni Muflih bu anlayışını red etmiştir. (El-furu 6/164) Kitabında, İbni Teymiyenin bu görüşünü aktardıktan sonra “Müslim’in usullerinde “evet” sözü Aişe (r.a)’a aittir demiştir.

b) Şeyhul İslamın: “Bundan dolayı acıtacak şekilde göğsüne vurdu” sözü, kıssanın zahirine aykırıdır. Çünkü Resulullah (s.a.v) Aişe (r.a)’ye onun başka eşine gideceği düşüncesinde olduğu için vurmuş ve “Allah ve Resulünün sana zulüm edeceğini mi düşündün demiştir”. Müslim şerhlerinde de böyle geçmektedir.

c) Şayet İbni Teymiye (r.h) görüşünü alıp, cehalet özürdür desek… Önceki konuda geçtiği gibi, İbni Teymiye (r.h) şirk, kabirlere dua, ölülerden şefaat ile sıfatta cahil olmayı birbirinden ayırmıştır. Birinci de tafsilata gitmeden onlara mürted derken, ikinci de ikametul hucceyi şart koşmuştur. Yani bu şaz anlayışa göre dahi, bu kıssa zamanın müşriklerine delil olmaz…

7- MUAZ (r.a)’IN SECDESİ

“Muaz (r.a) Şamdan dönünce Resulullah (s.a.v)’e secde etti. Resulullah bu nedir ey Muaz dedi? Ey Allah’ın Resulü Şam’da onların din adamlarına secde ettiklerini gördüm, sen secde edilmeye daha layık olansın dedi, bunun üzerine Resulullah (s.a.v) : “Eğer birinin birisine secde etmesini emretseydim, üstündeki büyük hakkından dolayı kadının kocasına secde etmesini isterdim” (Ahmed-İbni Mace-İbniHibban)

Bu hadis hakkında bazıları derler ki: Muaz (r.a) resule secde etti. Secde ise ibadettir. Bu küfür fiilinden dolayı Allah resulu onu tekfir etmemiştir. Demek cehalet özürdür. Bu kıssaya ve çıkarılan bozuk neticeye cevaben deriz ki:

Secde iki türlüdür. Birincisi: Selamlama secdesidir ki bu eski milletlerde meşru olan ve saygıdeğer insanlara gösterilen bir hürmet ve saygı ifadesiydi. Eski şeriatlarda bu caizdi. Diğeri ise: İbadet secdesidir ki secde edilene rububiyyet atfedip onun önünde yere kapanmaktır. Bu her surette şirk ve yasak olan secdedir.

Kurtubi: “Hani biz meleklere Ademe secde edin dedik” (Bakara 34) ayetin tefsirinde : “Yine bu secde (selamlama) Yakup (a.s)’a kadar mı devam etti yoksa Resulullah (s.a.v)’a kadar mı ihtilaf ettiler. (İhtilafı aktardıktan sonra) cumhura göre Resule kadardı sonra nesh edildi der. Hadiste “Alemlerin rabbi dışında kimsenin kimseye secdesi gerekmez” dedi.”

İbni Kesir: Aynı ayetin tefsirinde: Secdenin cinsinde olan ihtilafı aktarır. Sonra da “Bu geçmiş ümmetler de meşru olup bizim ümmetimizde nesh edildi der” Nesh için Muaz hadisini nakleder…

Molla Ali El Kari: “Secde, ibadet kastı olmadan sultana yapılırsa (tahiyye/selamlama) kastıyla bu haramdır küfür değildir. Küfür olduğu da söylenmiştir.” (Şerhu şifa 2/221)

İbni Hacer el-Heytemi “Bu secde haramdır, küfür değildir.” (İ’lam, Neveviden naklen 19)

Ebubekir el-Cassas tefsirinde: “Bu onların zamanında saygıyı hak edene yapılırdı. Bizdeki sarılma, tokalaşma, el öpme mesabesindeydi. El öpmeyle ilgili Resulullah’tan (s.a.v) mübah ve mekruh olduğuna dair haberler naklolunmuştur. Ancak selamlama ve ikram babından Allah’tan başkasına yapılan secde Aişe, Cabir, Enesin rivayetiyle nesh olmuştur. (Ahkamul Kuran Tefsiri, Bakara 34).

Buraya kadar anlaşılmış oldu ki; önceki milletlerde, saygı ve selamlama olarak, Allah’tan başkasına secde vardı ve bu caizdi. Yusuf (as) kardeşlerinin ona secde etmesi gibi… Fakat bu secde bizim şeriatımızda nesh edildi. Hükmü kaldırıldı. Onun için burada Muaz (ra)’ın yaptığı secdenin cinsi çok önemlidir. O Resulullah (s.a.v)’a ibadet secdesini mi yaptı, yoksa selamlama secdesini mi yaptı? Eğer selamlama dersek bunun cehalet ve özürlüğüyle alakası olmaz. Eğer ibadet secdesi dersek bu cehaletin özür olduğunu gösterir.

- Genel ulemanın Muaz’ın hadisini, selamlama secdesini nesh edip, bu ümmette hükmünü kaldırdığını söylemeleri, bunun selamlama secdesi olduğunun delilidir.

- Resulullah (s.a.v)’ın “eğer birinin birine secde etmesini istesem” şeklinde cevabı bunun selamlama secdesi olduğunun delilidir. Çünkü kocanın hakkı ne kadar büyük olursa olsun, ibadet secdesine örnek olmaya layık değildir.

- Bu küfür secdesi olsa idi, Resulullah (s.a.v) tarafından mutlaka beyanın gelmesi gerekirdi. Resulullah (s.a.v) küfür fiili gördüğünde hemen uyarmıştır. (Önceki konularda geçti.)

- Muaz (ra) sahabenin alimlerindendir. Öyle ki Resulullah (s.a.v) ilim ehli olan ehli kitaba onu yollamıştır. Yollarken de “Sen kitap ehli bir kavime gidiyorsun” diyerek, onlarla müşriklerin aynı olmadığını ima etmiştir. Ve ona, onlara tevhidi öğretmesini istemiştir. İbadet secdesinin Allah’tan başkasına yapılmayacağını bilmeyecek bir sahabenin ilim ehli bir kavme, tevhidi öğretmek için yollanması, düşünülemez.

Sonuç olarak; bu kıssanın büyük şirkte cehaletin özür oluşuyla alakası yoktur. Çünkü Muaz’ın yaptığı secde selamlama secdesidir. Bu da o güne kadar meşru idi ve daha sonra kaldırıldı.

Buraya kadar, en yaygın olan ve kavmin dilinden düşürmediği şüphelere cevap vermeye çalıştık. Buradan anlaşıldı ki, cehaletin mazeret oluşuna dair sunulan delillerin ya konuyla alakası yoktur, ya da çok dar alanda olan ve geniş tutulmaması gereken bir özrün umumileştirilmesidir.

Benim âcizane kanaatime göre: Bu konuda yazılan kitaplar arasında en faydalı ve meseleye tüm yönleriyle bakan kitap: Şeyh Abdulkadir bin Abdulaziz’in el-Cami’i içinde var olan cehalet kısmıdır. Ayrıca Şeyh Ebû el-Ala Raid bin A’lanın “Aridul cehl” kitabıdır. Cehaleti tevhid boyutuyla ele alıp incelemesi ve çok farklı açılardan yaklaşması bakımından en güzel kitap Türkçeye de çevrilmiş olan islam hukukunda cehalet kitabıdır. (Kayıhan yayınları basmıştır). Bu kitap, Şeyh Abdulkadir’in cehalet kitabıyla okunduğunda faydası daha tamamlayıcı olacaktır. Allah en doğrusunu bilir.

Cehaletin büyük şirkte özür olduğuna dair ellerindeki deliller çürüyünce, kavim şu bahaneye sarılır. Bugün toplumun içine düştüğü şirkler açıklığını yitirdiği için, meseleler kapalı mesele konumundadır. Kapalı (hafiy) meselelerde âlimler hüccetin ikame edilmesini şart koşmuşlardır, derler.

Deriz ki: Bir meselenin kapalılığı, açıklığı zaman ve mekândan ziyade, hüccetin varlığı ve yokluğuna bağlıdır. Ya da o meselenin hüccetinin ne ile olduğuna bağlıdır.

Mesela Allah var mıdır? Yok mudur? Allah’ın varlığı kâinatta var olan ve herkesin müşahede ettiği delillere dayandığı için, kitap ve Resul olmasa da Allah’a inanmayan kâfirdir. Çünkü ispatı kendine bağlanan hüccet her daim mevcuttur.

Bizim dönemimizde yaygın olan şirklerin, şirk olduğu, sakınılması gerektiği ellerde mevcut olan kitap ve sünnettedir. Doğruların ve yanlışların ispatı kitap ve Resulün var oluşuna bağlanmıştır. Yine şüpheler çoğaldı, birileri sapıtıyor diye bir mesele açık ve zahir meseleyken kapalı olmaz.

Meseleler saptırma ve etrafında oluşan şüphelerden dolayı açıklığını yitiriyor olup, hüccet ikamesi şart olmuş olsaydı, başta Mekkeliler olmak üzere birçok müşrik özürlü olmalıydı. Bir mesele kitap ve sünnette açık şekilde varsa o mesele kitap ve sünnet var oldukça açıklığını korur.

“Doğrusu çoğunluk, heva ve heveslerine uyarak, bilmeden sapıtıyorlar. Aşırı gidenleri en iyi bilen Rabbindir.” (En’am 119)

CEHALET KONUSUNDA YANLIŞ ANLAŞILAN İLİM ADAMLARI

Kuşkusuz bazı âlimlerin sarfettiği sözler, nerede, ne için, kim için olduğuna bakılmadan alınınca yanlış sonuçlar çıkabilir. Veya bir âlimin benzer ve yakın konularda söylediği sözler, ele alınmadan değerlendirilirse kişi sapabilir ve saptırabilir. Bu konuda özellikle istismara uğrayan İbni Teymiye, İbni Kayyım, İmam Şevkanidir. Bu âlimlerin kendi dönemlerinde ortaya çıkan ve bizim dönemimizde yaygın olan şirkler konusunda nasıl yaklaşım sergilediklerini gördük. Bu, bir nakil dahi okuduğumuzda dikkat etmemiz gerektiğini gösterir. İbni Teymiye, İbni Kayyım ve İmam Şevkanin döneminde kabirperestler için müşrik dediğini gördük. Oysa aynı âlimler, bazı naslarda açıklama olarak “cehaletin özür oluşu” sonucuna ulaştıklarını da gördük. Maalesef bu en çok üzerinde saptırma yapılan meselelerdendir. Bununla ilgili nakiller geçtiği için tekrarlamıyorum.

Türkiye’de yanlış tanınan ve cehaleti özür gördüğü düşünülen bazı âlimleri zikredeceğim ki fayda tamamlansın. Bu sayacaklarımızın hepsi bizce makbul insanlar olmayabilirler.

Şeyh Ebû Muhammed El-Makdisi (Allah onu korusun): Cehaletin büyük şirkte mazeret olmadığı görüşündedir. Risale selasiniyye girişinde, tekfir manilerini açıklarken, “Cehalet Engeli” bölümüne bakılabilir. Yine ona göre bugün insanlar cahil değil, Allah’ın kitabından yüz çevirmiştir. Bu konuda “El-farkul mubin beyne özrü bil cehl ve i’radu aniddin” isimli risalesi olduğunu söyler. Ben sitesinde bulamadım.

Şeyh Abdulkadir bin Abdulaziz, El-Cami kitabında cehalet bölümünü açmış ve “Cehaletin öğrenmeye imkânı olanlarda özür olmadığı, fakat öğrenmeye imkanı olmayanlarda özür olduğu” sonucuna ulaşmıştır. Yalnız cehalet bölümünün son satırlarında şöyle der; “Dinin de salih olan bir Müslüman, islama müntesip fakat namazın terki, dine sövme, kabir şirki gibi açık küfürleri işleyen biriyle muamelesinde, ona kâfir muamelesi yapar. Velev islama müntesip olup bu küfürleri işleyen kişi bunların küfür olduğunu bilmesede. Çünkü o bunların küfür olduğunu öğrenme imkanına sahiptir, bununla beraber dinini öğrenmekten yüz çevirmiştir”… Dikkat edilirse mevcut toplumda yaşayanların, küfür fiili işlerse kâfir muamelesi göreceğini söylemiştir. Demek kitabına her cehalet başlığı atan, cehaleti vakıada mazeret görmüyormuş. İlgililere!

Şeyh İbni Baz (eski Suud müftüsü) “kendisine yöneltilen bir soru da: Müslüman Allahtan başkasına kurban veya adak gibi şirkleri cehlen yapsa özürlü olur mu?”

Cevap: Şirk iki kısımdır. Bir kısımında cehalet özürdür, bir kısımında değildir. Bunları yapan kişi Müslümanların içinde yaşayan bir kişi ise ve Allahtan başkasına ibadet ederse, bu mazur olmaz, çünkü sormamıştır bu kendi taksiridir. Dininde basiret sahibi olmaya çalışmadığı için, Allah’tan başkasına ibadetinde mazur olmaz. Mazur olmayışı i’radından (yüz çevirmesi) ve dininden gafil olşundan dolayıdır. Allah “O kâfirler uyarıldıkları şeylerden yüz çevirirler” buyurmuştur. Allah rasulu Annesine istiğfar etmek istemiş nehyedilmiş, babasının ise ateşte olduğunu haber vermiştir. Çünkü o şirk üzere ve Allah’tan başkasına ibadet üzere ölmüştür.

Peki bugün Müslümanlar arasında yaşayıp bedeviye, Hüseyne, Abdulkadir Geylaniye, Muhammed (s.a.v)’e veya Ali’ye ibadet edenlerin hali nasıl olacaktır. Çünkü bugünkiler şirki Müslümanların arasında, Kur’an ellerinde Resulün sünneti mevcutken yapmışlardır. Fakat onlar bundan yüz çevirenlerdir. İkinci kısım ise cehaletiyle mazur olanlardır. Dünyanın herhangi bir yerinde İslamdan uzak yetişenler veya farklı sebeplerden dolayı risaletin ulaşmadığı ehli fetret dönemi insanlarıdır. Bunlar cehaletleriyle ma’zurdurlar. Sahih olan kıyamette imtihan edilirler. (Feteva Şeyh İbni Baz (2/528-530) (özetle…)

Dünyada İbni Baz’dan başka âlim yokmuş gibi yaşayanlar, elinde Kur’an ve sünnet olduğu halde şirk koşanı mazur görmüyor. Kıyası ise Resulden önceki Mekke toplumuyla yapıyor.

Şeyh Abdullah El-Cibrin: Büyük şirkte cehaleti mazeret görmez. Türkçeye de çevrilmiş olan islam hukukunda cehalet kitabına yazdığı mukaddimeye bakılabilir. (Kayıhan yay.)

Şeyh Salih el-Fevzan: Kur’an ve sünnetin olduğu yerde, cehaletin mazeret olmadığını savunur. A’ridul cehl kitabına yazdığı mukaddimeye bakılabilir. (Mektebeti Rüşyt basmıştır)

Fetva kurumu el-lecnet ed-daime “Büyük şirkte özür olmayacağını, şirk koşanın dünyada müşrik diye isimleneceğini ve ahirette ise eğer hüccet ikamesi olmamışsa azaba engel olacağına dair fetva verirler (Feteva el-Lecnetu daime 4400. Fetva ikinci suale verilen cevap).

Necd uleması: Şeyh Muhammed İbni Abdulvehhap ve torunları: Kitabın içinde naklettiğimiz gibi, kendi dönemlerinin şirkine bulaşan insanları kitabın ve sünnetin mevcut oluşuna bağlayarak tekfir etmişlerdir.

Bunları hüccet olduğu için veya kabul ettiğimiz için zikretmiş değiliz. Mesela bizim için İbn Baz ile TC Diyanet İşleri başkanının sözleri arasında bir fark yoktur. Amacımız bunlara tabi olduğunu iddia edip, sapan ve saptırılanların anlaşılmasıdır.

DÖNÜŞ RİSALESİ

Konuların genelini içeren 39 sayfalık risaleden sonra, 12 sayfa ebadında fikirlerinden dönen bir arkadaşın risalesi mevcuttur. Bu risale nakil yönünden bir önceki risalenin tekrarı olduğu için, aynı şeyleri tekrar etmeyeceğiz. Yalnız mühim gördüğümüz bazı noktalara dikkat çekeceğiz.

- Genel Tekfirde Alimlerin Görüşleri

Bu risalede, Şeyh Abdulkadir bin Abdulazizin el-Cami kitabında, bugün beşeri hükümlerle yönetilen ülkelerde, insanlara nasıl hükmolunacağına dair, kısım aktarılmıştır. Şeyh Abdulkadir insanları üç taifeye ayırıyor. Arkadaş ise sadece ikinci taifeyi zikretmiştir. 1 ve 3. taifeden söz etmemiştir. Konuda genel tekfir olunca, kasıtsızda olsa bu yanlış anlaşılmaya sebebiyet vermiştir. Sayfa (9-10) bakılabilir. Ayrıca yazar muayyen tekfirle ilgili risale yazdığından konu iyice yanlış anlaşılmaya müsait hale gelmiştir.

Şeyh Abdulkadir insanları şu şekilde taksim ediyor.

1- Zahiri küfür olan mürted ve asli kâfirler:

Bunlar hükmen kâfirdir. Yahudi, Hıristiyan, komünist, inkarcı, namazın terki, dine sövme, kabirdekilere dua, istiğase[96], adak, kurban vb. ibadetlerle mürted olanlar veya bunların dışında riddet sebeplerini işleyenler.

2- Zahiri İslam olanlar:

Bu da hükmen müslümandır. Bu Müslim mestural hal diye isimlenir. Bu, kendinden İslam alametlerinden biri sadır olup, İslamı bozan unsurlardan birini işlemeyenlerdir. (Şeyhe göre İslam alametleri namaz, kelime-i şehadet vs.)

Sonra yazarın risalede aktardığı bölümü anlatır şeyh. Mesturul hal olanı tekfirde iki grup hata etmiştir der ve devam eder.

3- Ne İslam ne de küfür izhar etmeyenler:

Bunlara meçhulul hal denir. Bunlara hükmedilmez. Ancak muamele halinde araştırılır. Eğer bir şeye ulaşılmazsa içinde olduğu duruma göre hükmedilir. Bu da muameleye ihtiyaç olduğu yerlerde yapılır. (El-Cami 2/625-632 özetle)

Şimdi: Şeyhin bu ayrımını üçlü şekilde ele alınca, yazarın risalede anlattığı çoğu şey çürümüş olur.

a) Riddet sebeplerinden birini (küfür sözü ve fiili) işleyene, şeyh küfürle hükmeder. Oysa yazara göre muayyene kâfir denilmemelidir. Avam da olsa şeyh bu halklardan olup da küfür fiillerini izhar edenlere hükmen kâfir muamelesi yapar. Bunu cehalet bölümünün sonunda görmüştük. Şeyhin görüşü budur. Oysa yazarın risaledeki tekfir anlayışı buna tamamen muhaliftir.

b) Şeyhin yaptığı taksimi genel olarak ele alınca bizim vakıamıza nasıl delil olur? Yazarın iddia ettiği gibi mi olur acaba? Yoksa yazarın dediklerini çürütür mü? Halkın riddet sebeplerini yakinen işleyenlerin oranı, üzerinde İslam alameti bulunmayıp günlük muamele ettiğimiz insanlardan (yani 1. ve 3. sınıflar) mı çoğunluktadır; yoksa yazarın sadece zikretmekle yetindiği ikinci sınıf mı çoğunluk arzetmektedir?

Özellikle birinci sınıfı düşünün. Bir kere tüm tanıdık insanlara hükmen mürted muamelesi yapacaksınız; oy veren, askere giden… Şeyhe göre askerde olan zaten muayyen kâfirdir. Namazı terk eden, kabir şirkine bulaşan… Tanıdıklarınızdan bunlara veya birçoğuna düşmeyen insan sayısı kaçtır? Eğer şeyhe göreyse, şeyh bunlara mürted diyor.

Sonra yolda karşılaştığımız ve günlük ilişkide olan insanlar, bunların kaçında İslam alameti vardır. Veya insanların çoğu (tanımadıklarımız) 2. sınıfa mı girer, üçüncü sınıfa mı girer.

Buraya kadar düşündüğümüz zaman, şeyhin sunulan sözü bütünüyle ele alındığında, yazarı değil, çürütmeye çalıştığı fikri destekler.

NOT: Risalenin girişinde günümüzde namaz ve kelime-i şehadetin İslam alameti olmadığını, Şeyh Abdulkadir de dahil bir çok alimin İslam alametine yaptıkları tanıma uymadığını anlatmıştık. Giriş bölümü 1. ve 2. başlığa bakınız.

MUHAMMED OĞLU LUAİ SAKKA RİSALESİ

Şeyh Usame ve Eymen adına, başından beri risalede savunduğumuz fikirlerden beri olduklarını bu fikri savunanların el-Kaide değil, harici tekfirci olduğunu ilan etmiştir.

Bu risaleyi okudum, sadece üzüldüm… Birçok noktanın cevabı ilk risaleye verilen reddiye bölümünde geçti… Bu arkadaşa reddiye değil tavsiyem biraz AHLAK ve EDEP kitabı okumasıdır. İnsanlara (kâfire) kâfir demeyen kâfirdir diyerek baskı ve şeytanlığa sarılanla (yazarın deyimidir). “Cihadı öne sürüp bana muhalefet edersen cehennem köpeği olursun” mantığıyla hareket edip baskı kuran arasında hiç fark yoktur. İkisi de asıl olmayan, batıl olan bir şeyle taraftar bulmaya çalışır… Nasıl ki bilmeyip de konuşana “SUS BARİ ADAM SANSINLAR” tabiri kullanılıyorsa bu ülkede, “Siz de bilmiyorsanız susun BARİ MÜCAHİT SANSINLAR”… Cihadınızla gördüğünüz saygı ve sevgi edep dışı üslubunuzla ve mahalle abisi edanızda kaybolmasın!

Buraya kadar yazdıklarım, son zamanda yayılan ve üç risale şeklinde elden ele dolaşan kardeşlerin cevap talep ettiği risalelere reddiyedir. Bundan sonra yazacaklarım, risaleden kopuk genel nasihatlerdir. Rabbim önce beni, sonra kardeşlerimi faydalandırsın!


 

DİN NASİHATTİR

CİHAT VE AKİDE İLİŞKİSİ

Cihat İslamın zirvesi ve amellerin en faziletlisidir. Mücahid ise hem Allah’ın, hem toplumun, hem de nefsinin hakkını aynı anda müdafa ve gözetmesiyle fazileti ölçülemeyecek bir seviyededir.

Hiç şüphesiz dünyanın dört bir yanından malı-evladı-rahatı terk edip, cihad nidasına lebbeyk diyenler ümmetin baş tacı olmaya en evla olan insanlardır.

Lakin bu faziletler ile şer’i ölçüler birbirine karıştırılmamalıdır. Cihad hareketi değişen şartlarda ümmete menhec belirleme selahiyyetine sahip olsa da akide belirleme selahiyyetine sahip değildir. Çünkü şer’i emirler, ümmetin maslahatı esaslı bazı yenilikler (şeriatın muhkem naslarına muhalif olmadıkça) yapabilirler. Fakat akide konusunda böyle bir yetkileri yoktur. Çünkü İslam akidesi kitap ve sünnet ile belirlenmiş ölçüsünü de korumuştur.

Bir insanın fazileti ve değeri nereye ulaşırsa ulaşsın dinde sözünü hüccet kabul edip şer’i ölçülere muhalefet pahasına ona uymak doğru değildir. İşte bugün içine düşülen yanlışta budur. Yaptığı cihattan dolayı fazilet ehli olan insanların fazileti ile şeraitteki yerleri karıştırılıyor. Onlara muhalefet edip nasslara yapışan insanlarda maalesef en çirkin vasıflarla anılıyor. Bunun anlaşılması için bir örnek vereceğim?

Allah rasulunun ashabı:

- 13 yıl boyunca dinleri ve akideleri uğruna her türlü işkenceye maruz kaldılar.

- Malı-mülkü-vatanı terk edip hiç bilmedikleri bir yere hicret ettiler.

- Hicretten sonra hep cihat halindeydiler. Seriyyeler, gazveler vs. ve ayrıca ibadet, ahlak, tezkiye yönünden bu ümmetin gönül ehli olan abitlerine öncü idiler.

- Bütün ümmetin ittifakıyla onlar sonrakilerden çok daha ilim sahibiydiler.

- Onlar Allah’ın tezkiyesine nail olmuşlardı. Hayırlı ümmet oluşları, kalplerinin temizliği, Allah’ın onlardan razı olması bu kabildendir…

- Onlardan bazısı dünyada cennetle müjdelendiler.

- En önemlisi onlar bu dinde her nesil için pratik yaşam örneği olma şerefine nail oldular.

İslam ümmetinde bu faziletlere ulaşabilecek kimse var mıdır acaba? Ümmet onların bu faziletlerine icma etmiştir, âlimler, bu faziletlerini sıralamak için kitaplar yazmıştır. Fakat mühim olan ve anlatmaya çalıştığımız ise şudur. Aynı âlimler “sahabe sözü hüccet midir” dendiğinde nasıl bir tablo çizmiştir?

Elinizde bulunan basit bir usul kitabına baktığınızda, sahabeyi hüccet kabul eden etmeyen diye iki grup bulacaksınız. Kabul edenler de mutlak değil şartlı kabul ederler:

a) Nassa muhalif olmayacak.

b) Kendi gibi başka sahabeye muhalif olmayacak.

  İmam Şevkani, ihtilafı aktardıktan sonra: “Allah bu ümmete bir nebi bir de kitaptan başka bir şey yollamadı. Bu ikisinden başkası hüccet olmaz. Sahabede onlardan sonra gelenlerde şeriata uyma mükellefiyetinde eşittirler. Bu dinde hüccet olmayanı hüccet ilan edip, insanları ilzam etmek, Allah’ın izin vermediğinde teşridir. Şüphe yok ki sohbet makamı çok büyüktür, dereceleri çok yüksektir, sonrakilerin uhud dağı kadar yaptığı infak onların bir müd infakına erişemez. Lakin onların bu faziletiyle, onları nebi derecesine çıkarmak arasında alaka yoktur.

Umuyoruz ki anlatılmak istenen anlaşılmıştır. Eğer fazileti bu derece büyük olan sahabenin dinde sözü hüccet değilse, fazilet yönünden onların yanında ismi dahi zikredilmeyecek olan bugünkülerin sözü nasıl olmalıdır?

Bir başka nokta ise şudur. Cihat İslam da faziletiyle beraber asıl değildir. Zirve ile asıl arasında fark vardır. Aslı tevhid olarak belirleyen, ölçüye de kitap ve sünnet diyen insanlar, zirve olan cihada giderken veya bu davalarını yayarken tüm davet ve nasihatlerini o asla göre yaparlar. Yapılan cihadta o zaman meşruluk kazanır. Fakat her şeyi cihad olarak alan ve bu asla göre hareket eden insanlar, dinin tüm noktalarını ona göre bina ederler.

Bunun daha iyi anlaşılması için bir hususu daha zikredelim. Yaşadığımız toplumun, cahiliye ve şirk toplumu oluşunu konuştuğum çoğu arkadaş, elindeki delillerin yanlış yorumlandığını anlayınca, bu halk olmadan cihadın olmayacağını, cihat için halk desteğinin çok önemli olduğunu vs. vs. mırıldanmaya başlar. O zamanlar bu tehlikenin farkına varmıştım. Akide cihada temel olmaktan çıkmaya başlamış, cihad akideye temel oluşturuyor dedim.

Bugün hamas vb. grupların geldiği nokta nedir acaba? Eğer asıl olan cihad etmekse, Hamas’ın, Lübnan Hizbullahı’nın ne farkı vardır. Onlar da cihad ediyorlar, fakat meşruluğunu yitirmiş bir cihadtır. Çünkü asılların aslı olan Tevhid’den yoksundur. Cihadı asıl görenlerin bu gruplara da eşit muamele yapması lazımdır…

Bazılarının mırıldandığı “bu kadar cihad edip her şeyini feda eden insan akidesini bilmez mi? sizin kadar araştırmaz mı?” sözüne gelince.

Bu söz, sahibinin yüzünde kıyamete kadar varolacak bir lekedir. Bunun batıl oluşuna şer’i delil zikretmeye dahi gerek yoktur.

Basit bir vatandaşa veya bir tasavvufcuya din anlatırken, bu sözle karşılaşınca hemen savunmaya geçip, “senin şeyhin, abin, üstadın vs.” seni kurtaramaz. Tek kurtuluş kitap sünnettir diyenlerin hali nicedir… Hiç utanmazlar mı aynı sözü başkalarına söylemeye…! Kendi davet sloganınızın, kendinizde daha belirgin olduğunu görmez misiniz?” Onun şeyhi onu kurtarmayacak ta senin şeyhin mi seni kurtaracak.

Madem her şeyini feda eden mutlaka itikatta gerekli araştırmayı yapmış ve sağlamdır. Öyleyse Hamas’ı, Lübnan Hizbullah’ını neden eleştirirsiniz. Canını malını ortaya koyan (sizin bozuk ölçünüze göre) akidesini araştırmaz mı?

Kitaba sünnete dayalı olmayan her söz sahibini baş üstü ters çevirmeye mahkûm eder. Bu tip insanların Allah’tan korkmasını ve şu ayeti düşünmelerini tavsiye ederiz:

“İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz? Hâlbuki kitabı da okuyup duruyorsunuz! Hala akıllanmayacak mısınız?” (Bakara 44).

Yine son dönemlerinde itikadından dönen ve cihad şeyhlerinin böyle düşünmediğini, arada fark olduğunu söyleyenlere nasihatımız şudur?

Siz ne zaman itikat sahibi oldunuz ki şimdi itikadınızı değiştiriyorsunuz. Şartlara göre değişen şeye i’tikad değil fikir denir. İtikat, kelimenin kökünden de anlaşıldığı gibi sıkı sıkı bağlamak, akd etmektir. İtikat kişinin rabbiyle yaptığı akittir. Ondan gelen her şeyi kabul edeceğinin sözüdür. Siz itikadınızı Allah’a değil de a veya b şahsına bağlamışsınız! İtikadımı değiştirdim diye kelime oyunu yapmayın. Çünkü sizlerin bir itikadı yoktur. Ancak sizlerin söyleyeceği; “savunduğum fikirleri değiştirdim” demek olabilir.

Fakat deliller üzerine yoğunlaşan ve bu sonuca ulaşanlara bir sözümüz yoktur. Onlara risale içinde cevap verdik. Umuyoruz Allah’tan bir ecir almaya nail olurlar. Ve Allah onları sebebiyet verdikleri hatalarından dolayı affeder.

İtikadını a veya b şahsına endeksleyenler, sizi iman etmeye davet ediyorum. Sizin şeklinize iman eden insanların imanı ile ilgili şunu hatırlatıyorum.

11. asırda, namaz kılan, oruç tutan, hiç de şirke bulaşmayan fakat insanlar kelime-i tevhidi söylüyor diye söyleyen insan hakkında tüm mağrip uleması ittifakla Müslüman değildir, demiştir. Bu fetvayı risalede Şeyh Süleyman bin Sehman’den aktardık. Dünya hükmün de şirkten teberriniz ve tevhidi yaşamanızla hükmü İslam ile hükmolunsanız da, bu şekil imanın hakiki anlamda size faydası olmayacaktır. Unutmayın ki kıyamette siz ve amel defterinizle hesaba çekileceksiniz. Bugün kendinizi kandırıp oyaladığınız edebi cümleler o gün sizlere asla fayda vermeyecektir.

HEDEFİMİZ SAPMASIN!

Tüm kardeşlere ve kendime nasihatim şudur;

Bir topluluk yanlış yaptığı zaman bu beyan edilir. Kur’an da bizlere örnek gösterdiği nebi ve resullerin Allah’ın emrine muhalefet ettiği durumları beyan etmiştir:

“Adem rabbine karşı geldiğinde, yolunu şaşırdı.” (Taha 121)

“Nuh Rabbine seslendi: "Rabbim! Oğlum benim ailemdendi. Doğrusu Senin vadin haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin" dedi.

Allah: "Ey Nuh! O senin ailenden sayılmaz; çünkü kötü bir iş işlemiştir; öyleyse bilmediğin şeyi Benden isteme. İşte sana öğüt, bilgisizlerden olma" dedi.” (Hud 45-46)

“Zunnun'a (Yunus'a) gelince hani o öfke içinde yurdundan ayrılırken artık bizim kendisini sıkıntıya uğratmayacağımızı sanmıştı. Fakat sonra karanlıklar içinde "Senden başka ilah yoktur, sen her türlü noksanlıktan münezzehsin, ben gerçekten bir zalim oldum " diye bize seslendi.” (Enbiya 87)

“Surat astı ve döndü. Yanına âmâ geldi diye. Ne bileceksin sen belki o arınacak?” (Abese 1-2-3)

“Yeryüzünde üstünlüğünü perçinlemedikçe hiçbir peygamberin esir alması yerinde değildir. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah sizin hesabınıza ahireti istiyor. Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir.” (Enfal 67)

 “Allah affetsin seni. Kimlerin doğru söylediği belli oluncaya ve kimlerin yalancı olduğunu belirleyinceye kadar onlara niçin izin verdin?” (Tevbe 43)

Bu ayetlerde rabbimiz kendi nezdinde en değerli insanların hatalarını bize bildirmiştir. Ve bunları okunan Kur’an kılmıştır. 1400 yılı aşkındır her Müslüman bunları okur. Allah’ın dininde kimse o resullerin seviyesine ulaşamaz. Kim olursa olsun, hata yaparsa beyan edilmelidir.

Yalnız şeytanın bize oynayacağı oyunlardan şiddetle sakınmak gerekir. Bu insanlar hata sahibi olsalar da, bizim hedefimiz değillerdir. Ve olmamalıdırlar da. Yeryüzünde insanları kendine kullaştırmak için bir an gaflete düşmeyen ve elinden gelen her yolu kullanan tağutlar ve onların düzenleri varken, bu kardeşleri hedef yapmak İslam’ın ölçülerine aykırı davranmaktır. Tağutun hoşuna giden, şeytanında bizleri düşürmek isteyeceği şey budur. Bizler hataları beyan ederiz. Ama hedefimizi asla unutmamalı ve o hedefe doğru yürümeliyiz.

Şahsiyet ve amel olarak her türlü şirkten sakınmış ayrıca bu şirkin kalkması içinde mücadele veren insanlar bizim kardeşlerimizdir.

Ancak kendilerinin şirke düşmesi halinde, şartlar ve engeller gözetilerek müşrik hükmü verilir. Çünkü asılların da İslam sabit olmuştur.

Bu fikirlerde olan kardeşlerle tartışırken eğer delillere dayanıyorlarsa bunlara yine delil ile beyan suretiyle, tartışma ve polemiğe girmeden güzelce anlatırız. Bu İslam’ın bize emridir.

Fakat hiçbir delil sunmadan, itikadını a veya b şahıslarına endeksleyenlerle konuşma luzumu dahi yoktur… Bunlar bu cenahtayken nasıl lüzumsuz ve faydasız insanlarsa, o cenahında lüzumsuz ve faydasız insanlardır. Bu gibi insanlarla konuşma ortamı germekten başka bir şeye yaramaz. Dinin temeli olan itikatta şer’i ölçüleri gözetmeyen insanlar sizinle yaptıkları tartışmalarda da şer’i ölçüleri gözetmezler. Bu da tatsızlıklara meydan verir. Örnek olarak; LUAİ SAKKA isimli şahsın risalesini okuyabilirsiniz. Bu usluba sahip bir insanla nasıl diyalog kurulabilir? Mümkün değildir. Veya o üslupla konuşmanın nasıl gerginlik oluşturmayacağı düşünülebilir?

Hangi tip insanla olursa olsun, konuşma ve tartışma fayda getiriyorsa yapılır. Aksi takdirde daha faydalı şeylere yönelmek gerekir.

Son olarak: Bir insanla her ihtilaf tekfirleşmeyi gerektirmez. İçine düşünülen ihtilaf, karşı tarafı şirke düşürüyorsa o zaman ihtilaftan dolayı değil, yaptığı şirk fiilinden dolayı tekfir edilir. Bu insan aslında İslam sabit olmuş bir muvahhit’se, ehil olan biri onunla konuştuktan sonra bu işi yapar. Bizim ihtilaf ettiğimiz kardeşlerin herhangi bir şirk fiilini bilmiyoruz. Ve onları bildiğimiz kadarıyla bundan tenzih ederiz. Ama hatalarını da şer’i ölçüler içerisinde beyan ederiz.

Sözün sonu; âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd ederiz…

 

EBU HANZALA

10 / muharrem  / 1430   07 / 01 / 2009

KANDIRA / KOCAELİ

 

 

 

 

 

NOTLAR

………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………

…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………

…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………



[1]    Buhari-Müslim

[2]    Bahsettiğimiz bu kitabın hem Arapçası, hem Türkçesi mevcuttur. Bu konu son cildin en son konuları içerisindedir. (5/345) İmam daha sonra beş konu başlığı açmış ve kitabı sonlandırmıştır.

[3]    Bu tafsilatın aynısı için şerhu siyer-ul kebir 1/165-169 bakılabilir.

[4]    Kitabul İman

[5]    Uzak olmak, beri olmak, ilişkisi ve alakası kalmamak

[6]    Bir kimse “Lailahe İllallah”dediği halde, şirk içinde olması kendine asla fayda vermez

[7]    Buhari-Müslim

[8]    Bir meselenin doğruluğunu ve delillerini araştırma ve inceleme

[9]    Bir dönemde; namaz vb. ameller sadece Müslümanlara has bir amel olursa…

[10] Yakın dönemde yaşamış veya halen yaşayan

[11] Ebu Seleme Eş-Şami

[12] Anlaşmazlık

[13] Görüldüğünde

[14] Risaleti Selasiniyye den 125. Sayfa

[15] Kitabu El-tefsir 4591

[16] Bir adamı “Laila İllallah” demesine rağmen öldürmesi

[17] Mısırda yaşayan Hıristiyanlar halen; Müslümanlara veya birbirlerine “Esselamü aleykum” demektedirler…

[18] Teslim olmak ve bağlanmaktır.

[19] Birinci başlıkta fethul-bari den yaptığımız nakillerde görülmüştü.

[20] Mısırda, Müslüman kardeşler cemaatinin, seçimlere girerken kullanmış oldukları seçim sloganı; “İslam tek çözümdür” …

[21] Yazmış olsa da bir şey olmaz, risale sahibine göndermedir.

[22] İslam’dan çıkma.

[23] Mecmu’ Müellefat Muhammed bin Abdulvehap, er-resail şahsiyye kısmı 7/154-160

[24] Her Müslüman’ın bilmesi gereken meseleler.

[25] Resail Mahmudiyye 2. Risale 15-16

[26] Beyanı şirk 33

[27] Taberani, Albani silsile-i sahiha

[28] Kötülük

[29] Allah’ın izniyle, Türkiye’de tercümesine başlanıldığını duyduğumuz, Şeyh Abdulkadir Bin Abdulaziz’in El-Cami fi Talebil İlmi Şerif adlı eseri çıkarsa (Rabbim muvaffak kılsın) bu sahada bir boşluk kapanmış olacaktır.

[30] Kuran ve sünnetten hüküm çıkarma

[31] Ayetler ve ya sahih hadisler

[32] Oy verme meselesinde; oy veren kişinin tekfirine engel olabilecek durumların olup olmadığı

[33] Delil almak, edinmek

[34] Bir konuda hüküm vererek son noktayı koymak, sözü delil teşkil etmek

[35] Sayfa 1

[36]             Tarikul Hicreteyn 382,mukallid olan kâfirler tabakası…

[37] Nasr suresi 2

[38] Ebu hureyre kanalıyla, Ebu Davut-Hakim

[39]             Mevkif-ül Akli ve Nakl 4/ 282 ayrıca Hilafet ve Kemalizm 163-165—200-201

[40] Sayfa 3

[41] Ebu Muhammed El-Makdisi

[42] Zayıf ve itibar edilmez

[43] Birkaç kişi

[44] Kesin sabit olan

[45] Gelen, ulaşan

[46] Rab, oğul, ruhul kudüs

[47] Fıkıh usulü tabirleridir. Yani delil alma noktasında en kuvvetli delildir.

[48] Yasa ve kanun çıkarma kaynağı kuran ve sünnettir.

[49] Türkiye de ki mevcut partiler, seçimlere girerken, bir kısım Arap devletlerinde olduğu gibi; İslam’ın hâkim kılınması veya tek çözümün İslam da olduğu gibi söylem ve iddialarda bulunmazlar. Buradaki sorun; Arap devletleri hakkında söylenenlerin, Türkiye de olup bitenler hakkında söylenmesidir. Bu metod da görüldüğü gibi çok tutarsız olmaktadır.

[50] Bu kaide tamamen aşırı mürcie ye aittir.

[51] Örneğin Maide 44

[52] İlerleyen sayfalarda yazar, askerlik meselesinde bu konuya işaret etmiştir.

[53] Ceza vermeye güç yetirme, istenildiğinde yakalanma

[54] Nakiller için bkz. Cami’i 2--568-573

[55] Mürted olmuş, İslam dan çıkmış

[56] İslam alametlerinin ne olduğunu ilk bölümde belirtmiştik.

[57] Yukarıda geçen Şeyh Eymen Ez Zevahiriden nakledilen bu söze, bir kıyas yapılmaktadır. Yani; o nasıl askeriyeyi toplu halde küfür görüyorsa, bu anlayış tamamen topluma da uygulanır. Zira kimsenin kimseye şer-i bir ceza verme ve uygulama gücü yoktur. Aynı askeriye meselesinde olduğu gibi. Burada ispatlamaya çalıştığımız fikirde, şeyh Eymen zevahirinin de (toplumun mümteni oluşu) böyle düşündüğü anlaşılmasın…

[58] Şeyh Makdisi cevabında böyle diyor.

[59] Türkiye de hiçbir parti seçimlere girerken; ben şeriatı getireceğim, İslam’ı tatbik edeceğim dememekte ve böyle bir iddia da bulunmamaktadır. Bilakis tam bunun aksi olan; ben laikim, demokratım, Atatürk ilke ve inkılâplarının peşinden gideceğim, demokrasiyi hâkim kılacağım v.s. söylem ve eylemlerle başa gelmektedir.

[60] Tağutu bütünüyle reddetmek ve beri olmak, ona itaat etmemek ve sevmemek…

[61] Hıristiyanların bellerine taktığı kuşak

[62] Özetle 140. ayet tefsiri

[63] Rivayetler ve farklı tefsirler için Taberi, İbni Kesir ve Kurtubi’den bu ayete bakınız

[64] Bu bir delil değil bilakis nasihatten ibarettir. Ta ki ilimde çok deruni fakihler bizi diline dolamasın.

[65] Özet

[66] Zaman

[67] Geniş açıklama için Fethü’l bari 12/ 7362-6182)nolu hadis

[68] 20 Özetle

[69] Özetliyorum

[70] Özetle

[71] Kıssa Buhari-müslim’de İbn-i Abbas ve başkalarından rivayet olunmuştur.

[72] Yazar’da bu şüpheyi dile getirir, s. 23

[73] Bu on madde müstakil risale halinde basılmış ve müteaddit şerhleri vardır. Ayrıca şeyhin risaleleri arasında mevcuttur.

[74] Muhammed bin Abdülvehhab

[75] Veya ilk kalemi yarattığında şeklinde de mana verilebilir.

[76] Hadis sahihtir. Bakara 3.ayetin tefsiri İbni Kesir

[77] Ebu Davut hadisin sıhhati ihtilaflıdır.

[78] Usulul Fıkhul İslami 2.Cilt Örf ve Adet bahsi

[79] Kefsu es-şubuhat

[80] Bu bölüme sırf yazar delil gibi sunduğu için cevap veriyorum.

[81] Ebu Seleme eş-Şaminin risalesi

[82] S.35 özetle

[83] Bu iki ayet ilk konuda geçti.

[84] el-beda’i; el-sena’i; el-kasani ve molla Ali el-Kari Fıkhı Ekber Şerhi

[85] Dünyanın başlangıcının olduğu, sonradan yaratıldığı

[86] Bunların açıklamaları yukarıda geçti

[87] Medaric

[88] İbni Teymiye’nin iktida sıratal mustakim kitabına yaptığı ta’lik  sf: 351

[89] Göz, kulak vb.

[90] Tirmizi-Ahmet-ibni Hibban

[91] Bu bölüm hazırlanırken şu kaynaklardan hazırlanmıştır. 1- Abdulkadir bin Abdulaziz El-Cami’i Cehalet bölümü, 2- Aridul cehl ve eseruhu. Ebul A’la 3- El-uzru bil cehl tehta micher eş-şer’i (İslam Hukukunda Cehalet), 4- Şeyh Ali Hudeyrin cehalet bahsi, 5- Şeyh Ebubesir eluzru bil-cehl, 6- El-Cehl ve ahkamuhu, -Bunların birçoğu ders notu şeklindedir.

[92] Hadisin anlaşılmasında zikrettiğimiz bir kısım isimler, bu kişilerin sözlerinin muteber olduğundan değildir. Bazılarının dünyada onlardan başka âlim yokmuş gibi muamele etmeleri ve maalesef onları da hakkıyla tanımamalarıdır. İstedik ki ,bu konuda  anlaşılmış olsun.

[93] Bazı kelimelerin silinmesi ve takdir olunmasıdır yani; sen ey İsa, rabbinden bizlere bir sofra indirmesini isteyebilir misin şeklindedir?

[94] H.z İsa(a.s)nın yardımcıları

[95] İbrahim: "Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" dediğinde, "İnanmıyor musun? " deyince de, "Hayır öyle değil, fakat kalbim iyice kansın" demişti. "Öyleyse dört çeşit kuş al, onları kendine alıştır, sonra onları parçalayıp her dağın üzerine bir parça koy, sonra onları çağır; koşarak sana gelirler. O halde Allah'ın güçlü ve Hakim olduğunu bil" demişti. (Bakara 260)

[96] Yardım dileme